Türkiye Gazetesi E-Gazete
Arama
Kaydet
a- | +A

Türkiye, terörle mücadelede sahadaki kazanımlarını masada da güvence altına almak zorunda. Son günlerde gündemin merkezine oturan İmralı süreci, sadece bir ziyaret planı değil; sahadaki üstünlüğün teyidi, örgütün tasfiyesinin güvenceye alınması ve Türkiye’nin bölgesel stratejik kontrolünün pekiştirilmesi adımıdır.

İmralı’ya yapılacak heyet ziyareti, AK Parti, MHP ve DEM milletvekillerinin yasama himayesinde gerçekleştirdiği şeffaf bir süreçtir. Amaç, bir sembol veya propaganda göstergesi değil; sahadaki çözülmenin tescili, örgütün tasfiye sürecinin garantiye alınması ve Türkiye’nin masadaki üstünlüğünün korunmasıdır.

Bu çıkışın ardından kamuoyunda doğal olarak çeşitli tepkiler yükseldi; bazı çevreler “Niye doğrudan ayağına gidiliyor, görüntü ile yetinilemez mi?” diye sorguladı, kimi etki ajanları tarafından tartışmalar sosyal medyada yayıldı. Vatandaşın kafasında soru işaretleri oluşması normaldir; çünkü mesele yalnızca devlet aklı açısından bakıldığında anlaşılabiliyor. İşte tam bu noktada uzaktan görüntü ile görüşme bazıları için yüzeysel ve yeterli gibi görünebilir, ancak devlet için mesele görünürlük değil, kontrol ve güvencedir. Sahadaki kazanım, masada da teyit edilmeden stratejik anlam kazanmaz. Türkiye’nin üstünlüğü, yalnızca sahada alınan başarılarla değil, aynı zamanda doğrudan temas ve müzakere aracılığıyla teyit edilen politik, hukuki ve güvenlik boyutlarıyla sağlanır. Bu süreç, sahadaki çözülmenin sadece bir fotoğrafı değildir; aynı zamanda masadaki ve uluslararası arenadaki üstünlüğün, kontrolün ve tasfiyenin güvenceye alınmasıdır. Devletin refleksi, günlük siyasetin kısır tartışmalarına veya popülist algılara göre değil; ulusal güvenlik, sınır bütünlüğü ve tarihî hafıza temelinde şekillenir.

İşte tam da burada CHP ve İyi Parti’nin ikiyüzlülüğü tarihî ve siyasal bir ironi olarak ortaya çıkıyor. Geçmiş yerel ve genel seçimlerde, DEM ile kurdukları ittifaklar, Kandil’den aldıkları açık teşekkürler ve İstanbul ile Ankara başta olmak üzere büyükşehir belediyelerini DEM seçmeninin oylarıyla kazanmaları, bugün süreci eleştirmelerini yalnızca anlamsız kılmakla kalmıyor; aynı zamanda politik hafıza ve sorumluluk bilinciyle hesaplaşmadıklarını da gözler önüne seriyor.

O dönemde terör destekçileriyle dolaylı iş birliği, popülist ve kısa vadeli kazanç hesaplarının bir ürünüydü; bugün “milliyetçilik dersi vermeye çalışmak” ise, tarih karşısında hem anlamsız hem de kamuoyu nezdinde komik bir sahneye dönüşüyor. CHP’nin heyet göndermeme kararı, yalnızca stratejik refleksi görmezden gelmekle kalmıyor, devletin sürekliliği ve millî güvenlik perspektifini kavrayamadığını da gösteriyor.

Bu durumu daha da çarpıcı kılan, geçmişte kendi siyasi hesaplarını yürütürken sahadaki güç dengelerini göz ardı edenlerin, bugün stratejik ve güvenlik temelli bir hareketi eleştirme cüretini göstermeleridir. Kısacası, tarihî hafıza ve devlet aklı önünde yapılan bu tür popülist eleştiriler, hem entelektüel olarak hem de siyasal olarak dayanaksızdır.

Ziyaretin en kritik gündemi, Abdullah Öcalan üzerinden SDG’ye yapılacak “silah bırakın” çağrısıdır. Öcalan, sembolik ağırlığı sayesinde örgütün sahadaki çözülmesini hızlandıracak psikolojik etkiye sahiptir. Bu çağrı, ABD ve İsrail’in bölgedeki yayılmacı, etnik-dinî ayrıştırıcı oyunlarını bozacak, Türkiye’nin sınır güvenliğini ve kuzey Suriye’de istikrarı garanti altına alacaktır. Bu süreç, gösteriş veya propaganda değil, stratejik zorunluluk ve millî güvenlik refleksidir.

Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu riskler yalnızca yerel değil, küresel ve Orta Doğu dengeleriyle doğrudan bağlantılıdır. İsrail’in yayılmacı politikaları, ABD’nin stratejik müdahaleleri ve bölgedeki nüfuz hamleleri, Türkiye’nin sınırları ve etnik-mezhep dengeleri üzerinden ülkeyi parçalama girişimleriyle birleşiyor. 2026’da ABD ve İsrail’in bölgesel araç ve stratejilerini yeniden şekillendirdiği bir dönemde Türkiye, sahadaki güç dengelerini, enerji hatlarını, göç yollarını ve jeopolitik ittifakları yönetmek zorundadır.

Devletin tek hedefi, bu yayılmacı riskleri etkisizleştirmek ve uluslararası aktörlerin oyun sahasını daraltacak, ulusal güvenliği merkeze alan bir kontrol mekanizmasını sürdürmektir. İmralı süreci ve SDG’ye yapılacak çağrı, bu bağlamda yalnızca iç güvenlik hamlesi değil, aynı zamanda bölgedeki stratejik üstünlüğün ve diplomatik pazarlığın Türkiye kontrolünde tutulmasının bir aracıdır. Türkiye, sahada kazanılan üstünlüğü masaya taşır, dış müdahalelere alan bırakmaz ve bölgedeki aktörlerin planlarını bozacak bir stratejik denge ve caydırıcılık mekanizması tesis eder.

Kısacası, İmralı ziyareti ve devletin stratejik hamleleri, sadece terörün tasfiyesi için değil, aynı zamanda 2026 küresel jeopolitik denklemin Türkiye lehine şekillenmesi ve dış aktörlerin bölge üzerindeki manipülasyonlarının etkisizleştirilmesi için de kritik bir adım olarak okunmalıdır. Bu süreci anlamak isteyenler, günlük siyaset penceresinden değil, devletin tarihî hafızası ve stratejik perspektifiyle bakmalıdır.

Nur Tuğba Aktay'ın önceki yazıları...

ÖNE ÇIKANLAR