Dinle
Kaydet
Türkiye Gazetesi
Mezar başında kadeh kaldıranlar!..
0:00 0:00
1x
a- | +A

Bazı mekânlar vardır; insan oralara kendi sesini değil, kalbinin sessizliğini götürür. Mezar başı böyledir. Orada insan ne kimliğini sergiler ne de bir mesaj verme telaşına düşer. Orada insan, sadece hatırlar. Hatırladıkça küçülür; küçüldükçe haddini bilir. Çünkü mezar, yaşayanın konuşma hakkını değil, susma borcunu hatırlatır.

Bizim medeniyetimizde kabir ziyareti bir merasim değil, bir terbiyedir. İslam irfanında mezar, fâniliğin öğretildiği son derstir. İnsan kabristanda dünyayı değil, kendini geride bırakmayı öğrenir. Mezar taşları, gösterişi değil; ölçüyü öğretir. O yüzden bu mekânlarda ses yükselmez, benlik öne çıkmaz, “ben” susar...

Ne var ki son yıllarda siyasetin hoyrat dili, bu sessiz mekânlara da sızmaya başladı. 2020'de çekilmiş ve bugün yeniden gündeme gelen bazı görüntüler, bizi tam da bu noktada durup düşünmeye zorluyor. Mesele görüntünün daha önceden çekilmiş olması değildir. Asıl mesele, o görüntünün taşıdığı zihniyetin bugün de diri olmasıdır!..

Eski CHP milletvekili merhum Kamer Genç’in mezarı başında, anma esnasında rakı içildiğine dair görüntüler bu açıdan sıradan bir polemik konusu değildir. Çünkü burada mesele bir tercih ya da kişisel hayat tarzı tartışması değildir; mekânın ruhuna yönelmiş bir sınır ihlalidir. Kabir başı, açıklama üretilecek, gerekçe inşa edilecek bir alan değildir. Orası ne bir protesto zemini ne de “vasiyet” iddialarıyla meşrulaştırılabilecek bir sahnedir. Kaldı ki, merhuma atfedilen bu iddia, ailesi tarafından açıkça reddedilmiştir. Bu ret bile tek başına, yaşanan kırılmanın derinliğini göstermeye yeterlidir.

Bir kabir başında sergilenen tutum, yalnızca bireysel bir davranış değildir; bir idrak seviyesinin aynasıdır. Çünkü mezar, niyeti değil edebi ölçer. “Ne demek istedim” değil, “nerede durdum” sorusunu sorar. Ve bu topraklarda “nerede durduğunuz”, kim olduğunuzu ele verir...

Türkiye, sıradan bir ülke değildir. Mezarlıklarımız birer taş yığını değil, imparatorluk hafızasının sessiz arşivleridir. Selçuklu’nun vakarı, Osmanlı’nın sükûneti, Cumhuriyet’in vakarı aynı toprağın altında yan yana yatar. Bu yüzden mezar başında yapılan her hoyratlık, yalnızca bir görgüsüzlük değil; devlet hafızasına açılmış bir yaradır.

Devlet adamlığı, her istediğini yapabilme serbestliği değil; her yerde kendini sınırlayabilme iradesidir. İşte bugün asıl sorun buradadır: Sınır bilmeyen bir siyasal akıl. Sınır duygusunu kaybeden siyaset, önce edebi, sonra devleti yıpratır.

Mezar başında durmayı bilmeyen bir akıl, devletin başında nerede duracağını nasıl bilecek?!.

Mukaddes addedilen mekânlarda sınır tanımayan bir siyaset, yetkiyle buluştuğunda hangi eşiği tanıyacak?

Bugün tartışılan mesele bir isim ya da bir dönem meselesi değildir. O gün kim hangi makamdaydı, kim değildi… Bunlar tali ayrıntılardır. Asıl soru şudur: Bu yapılanın yanlışlığıyla sahici bir yüzleşme yaşandı mı? Yoksa hata, gerekçelerle mi örtülmeye çalışıldı?

Bir davranış savunulmaya başlanıyorsa, orada edep çoktan terk edilmiş demektir. “Vasiyetti” denilip, ailenin buna itiraz etmesi bile başlı başına bir kırılmadır. Çünkü ölüye dair söz, yaşayanın keyfine göre eğilip bükülemez.

Ve belki de asıl üzerinde durulması gereken nokta şudur: Bu anlayış, geçmişte kalmış değildir. Aynı zihniyet, daha düne kadar Saraçhane’de, Şehzadebaşı Camii’nin haziresi etrafında yeniden kendini göstermiştir. Kamuoyuna yansıyan kabul edilemez görüntüler ve iddialar, ecdadın metfun bulunduğu mekânların nasıl hoyratça kirletilebildiğini göstermiştir. Kabir taşlarının yanında içki şişeleri, kutsal alanların bir protesto sahnesine çevrilmesi… Bunlar tekil taşkınlıklar değil; hafızayı yük gören bir zihniyetin sürekliliğidir. 2020’deki görüntülerle Mart 2025'teki manzaralar arasındaki bağ tam da buradadır: Değişmeyen şey tarih değil, edep bilincinin yokluğudur.

Sayın Özgür Özel;

Siyaset, yalnızca bugünü örgütleme sanatı değil, dünün emanetini yarına taşıma sorumluluğudur. Bu topraklarda mezar başı, sıradan bir mekân değildir; hafızanın korunduğu, kelimelerin geri çekildiği bir eşiği temsil eder. İrfan geleneğimiz, insanı orada sözle değil, sükûtla terbiye eder. Çünkü devlet dediğimiz şey, en çok da sınır duygusuyla ayakta durur. Sınır, gücü kısıtlayan değil; itibarı koruyan bir erdemdir. Bugün temsil ettiğiniz makam, kişisel tercihlerden daha büyük bir anlam taşımaktadır. Orada sergilenen her tavır, yalnızca bir anı değil; iktidar iddiası taşıyan bir zihniyetin hafızaya nasıl yaklaştığını da gösterir.

Türkiye, hafızayla ayakta duran bir devlettir. Bu hafızayı hafife alanlar günü kurtarabilir; ama devleti taşıyamaz. Çünkü devlet, sadece kurumlarla değil; edep duygusuyla yaşar.

Mezar başı, siyasetin sustuğu yerdir.

Orada insan ya dua eder ya geri çekilir.

Devlet iddiası taşıyanlar için üçüncü bir yol yoktur...

Nur Tuğba Aktay'ın önceki yazıları...

ÖNE ÇIKANLAR