Türkiye’nin terörle mücadelesinde bugün gelinen nokta, bir süreç yönetimi değil, açık bir hesap kapatma evresidir. Meclis’te AK Parti ve MHP tarafından hazırlanan Terörsüz Türkiye raporları, bu devlet aklının iç cephedeki hukuki ve siyasi çerçevesini net biçimde ortaya koymuştur: Bu mesele bir Kürt sorunu değil, silahlı bir terör sorunudur. Silah bırakılmadan, örgütsel yapı dağıtılmadan ve en önemlisi devletin güvenlik birimleri tarafından sahada teyit edilmeden hiçbir iyileştirme, infaz düzenlemesi ya da siyasi açılım söz konusu olamaz. Bu çizgi içeride PKK için neyse, dışarıda Suriye’de SDG adı altında faaliyet gösteren PKK/YPG terör yapılanması için de aynıdır.
Bu iç politika çizgisi, sahadaki dış politika ve güvenlik pratiğiyle birebir paralellik gösteriyor. Millî Savunma Bakanı Yaşar Güler’in “2016’dan itibaren Suriye’deki harekâtlarımızı kimseye sormadan yaptık, ihtiyaç olursa yine yaparız” açıklaması, Türkiye’nin askerî iradesini net biçimde ortaya koyuyor. Türkiye, Tel Rifat ve Menbiç’te imha ettiği toplam 732 kilometrelik tünellerle bölgedeki terörist altyapıyı çökertti. Afrin’de ise halkı susuz ve güvencesiz bırakan terör yapılanması ortadan kaldırıldı. Bu operasyonlar, sadece askerî başarı değil, aynı zamanda bölgenin yeniden güvenli ve yaşanabilir hâle getirilmesidir.
Bu tablo ortadayken, SDG’nin başındaki teröristbaşı Mazlum Abdi’nin çıkıp “2026 yeni bir başlangıç olacak, Rojava bitmeyecek” minvalinde konuşması, ancak siyasi pişkinlik ve stratejik çaresizlikle açıklanabilir. Silah bırakmadan, örgütsel yapıyı dağıtmadan, “kazanımlar”, “yeniden yapılanma” ve “dört parça Kürdistan” söylemiyle geleceğe dair iddia kurmak; Türkiye’nin kararlılığını ya hiç anlamamak ya da bilerek test etmektir!
Tam da bu çerçevede Dışişleri Bakanı Sayın Hakan Fidan’ın sözleri, askerî kararlılığın diplomatik tercümesi olarak okunmalıdır. Fidan “SDG zaman kazanmaya çalışıyor” derken bir tahminde bulunmuyor; çok taraflı bir kanaati dile getiriyor. Ankara’nın, Şam’ın ve Washington’un ortak noktada buluştuğu gerçek şudur: YPG/SDG, silah bırakma ve entegrasyon yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bölgesel bir krizden ya da İsrail’in yayılmacı hamlelerinden medet umarak süreci uzatmaya çalışmaktadır. Fidan’ın özellikle altını çizdiği “SDG dışındaki tüm silahlı grupların Savunma Bakanlığına bağlanması” vurgusu ise tesadüf değildir. Bu, SDG’ye açık bir mesajdır: Suriye’de artık istisna dönemi bitmiştir. Bir devletin sınırları içinde birden fazla silahlı otorite varsa, orada egemenlik değil, parçalanma vardır. Türkiye bu parçalanmanın kalıcılaşmasına izin vermeyeceğini net biçimde ortaya koymaktadır.
Fidan’ın “askerî yollara dönmek istemiyoruz” cümlesi de yanlış okunmamalıdır. Bu, geri adım değil; son çıkış kapısının açık tutulmasıdır. Diplomasiye alan tanınmaktadır, çünkü devlet aklı önce barışı ve düzeni zorlar. Ancak hemen ardından gelen “SDG, ilgili aktörlerin sabrının tükenmekte olduğunu anlamalı” uyarısı, bu alanın süresiz olmadığını gösterir. 10 Mart Mutabakatı artık bir niyet metni değil, uygulanması gereken bağlayıcı bir takvimdir. Geciktirme, çarpıtma ya da farklı yorumlama çabaları, sürecin doğasını değiştirir. Bu noktadan sonra mesele, SDG’nin ne istediği değil; devletlerin neye artık tahammül etmeyeceğidir.
Bu söylemler birlikte okunduğunda ortaya çıkan tablo şudur: Türkiye, askerî gücünü masaya koymuş, diplomatik diliyle son uyarıyı yapmış ve sürecin yönünü açıkça tayin etmiştir. Bu bir gerilim dili değil; sonuç odaklı bir devlet mesajıdır. Ankara, oyalamaya değil çözüme, belirsizliğe değil nihai tasfiyeye odaklanmıştır. Asıl soru artık “Türkiye ne yapar?” değil, “SDG bu gerçeklikle yüzleşir mi?” sorusudur. Çünkü görünen odur ki, bu kez zaman Türkiye’nin değil, oyalayanların aleyhine işlemektedir.
2026 projeksiyonu açısından Türkiye’nin yol haritası berraktır:
Birincisi, SDG’nin örgütsel varlığını koruyarak ayakta kalmasına izin verilmeyecektir.
İkincisi, entegrasyon olacaksa bu ancak ferdi, silahsız ve merkezî otoriteye tabi şekilde olur.
Üçüncüsü, oyalama devam ederse askerî baskı yeniden devreye girer; nokta operasyonlar, komuta ve lojistik altyapının çökertilmesi kaçınılmaz hâle gelir.
Dördüncüsü, istihbarat ve psikolojik çözülme süreci hızlandırılır; lider kadro yalnızlaştırılır, saha parçalanır.
YPG’li teröristbaşı Mazlum Abdi’nin 2026’ya dair iddialı sözleri, sahada güçlenen bir yapının değil; uluslararası dengelerde yalnızlaşan, askerî ve siyasi manevra alanı daralan bir örgütün son çırpınışıdır. Bugün SDG ne sahada ne masada belirleyici bir aktördür; zaman kazanmaya çalışan, dış gelişmelere umut bağlayan bir aparattan ibarettir. Türkiye açısından ise tablo nettir: Sabır tükenirken belirsizliğe yer yoktur. Silah bırakmayan, örgütü dağıtmayan ve merkezî devlete tabi olmayı reddeden hiçbir yapılanma bölgede kalıcı olamaz. 2026 "Yeni başlangıç” olacaksa, bunun adı bellidir: silah bırakmak, örgütü dağıtmak ve merkezî devlete tabi olmak. Bunun dışındaki her iddia, sadece gecikmiş bir vedadır!!!

