Geçtiğimiz hafta on milyonluk sahnelerden, altmış izlenen içeriklerden bahsetmiştik. Bu hafta yine sahnedeyim ama bu kez sahneye çıkanlar sanatçı değil, siyasetçi hiç değil. Bu kez karşımızda bambaşka bir tür var: “Konuşma Sırası Geldiğinde İçindeki Konuşmacısını Serbest Bırakanlar.”
Evet, moderatörlük işini her türlü sahnede yaptım. Tanışma toplantısı, panel, konferans, çalıştay… Aynı sahne, aynı mikrofon, ama her etkinlikte başka bir sınav var. İnsanları konuşturmak ayrı zor, susturmak ayrı zor. Hele ki sahnenin mikrofonuna birileri “âşık” olmuşsa, işiniz gerçekten zor. Çünkü mikrofon, bizim memlekette sadece ses yükseltmiyor; öz güven, özgürlük, hatta bazen özgünlük(!) duygusunu da üç kat yükseltiyor.
Panelde süreyi uzatan konuşmacı sendromu
Paneli yönetiyorsun, konuşmacı süreyi aşmış. Nazikçe uyarıyorsun. Kırılıyor. Uyarmasan bu kez dinleyici kırılıyor. “Beş dakika” dedin ama o beş dakika konuşmacının iç dünyasında “benim anlatacaklarım beş dakikadan fazlasına değer” öz güveniyle on beş dakikaya dönüşüyor.
Bazen uyarınca yüzleri düşüyor, uyarmazsan süre düşüyor. Seç birini…
Soru sorma kısmı: Mikrofon korsanlarının saati
Konferans bitiyor, “Sorusu olan?” diyorsun. Mikrofonu alan soru soran çok azdır. Ne hikmetse herkesin içinde küçük bir bildiri hazırlama arzusu var. Konuşmacılar arasında adını göremediğin kişinin konuşma heyecanı, sanki program akışından gizli bir paragrafı varmış gibi…
Soru dense konuşma, yorum dense öğüt, eleştiri dense manifesto…
Ama soru yok.
Korsan bildiriler ülkesi…
Hakkaniyetli soru sorma diye bir şey var ama…
Bir de şu var: “Bu soru sadece beni ilgilendiriyor, ama ben bunu yüz kişinin arasında sorayım” yaklaşımı.
Bir düşünsen, “Bu soru gerçekten hepimizi ilgilendiriyor mu?”
Çok nadir.
Soruyu duyunca bakıyorum: Bu, soranı bile ilgilendirmiyor aslında; orada konuşma motivasyonu daha baskın.
Ve moderatörün yalnızlığı
İşte bütün bunlara dur diyecek kişi moderatör. Ama moderatör olmak da kolay değil. Çünkü bizim kültürde doğruyu söylemek ayıp, net olmak kaba, kesmek saygısızlık gibi algılanıyor.
Sonuç: Kesemiyoruz.
Durduramıyoruz.
Araya giremiyoruz.
Ama program da bir yerden sonra gitmiyor.
Dün bir derneğin toplantısını yönettim. Yukarıda saydığım bütün sınavların hepsini teker teker verdik. Tanışma turu başlatınca örnek olsun diye “adım, soyadım, firma adım, memleketim, ne iş yapıyorum, hangi müşteriyi arıyorum” diyerek kısa bir format gösterdim. Yirmi saniye sürmez.
Ama her kalkan önce dilek temenniler, sonra derneğe övgüler, ardından kısa bir hatıra, en sonunda konuya giriş…
Ben de mikrofonun ucunu elimde tuttum. Uzanınca çekiverdim.
Kimse alınmasın darılmasın, ama bu sayede 100 kişi, 20 dakikada birbirini tanıdı.
Hızlı tanışma, hızlı temas, hızlı networking.
Tabii için için gücenenler de olmuştur. Ama kusura bakmayın; bir moderatörün görevi sadece “buyurun” demek değildir. Bazen de “yeterli, teşekkür ederiz” demektir.
Son söz
Mikrofon, bu ülkede bir güç sembolü gibi. O yüzden moderatörlük, aslında teknik bir iş değil; bir tür toplum psikolojisi yönetimi.
Her panelde, her tanışma turunda, her soru-cevapta bunu bir kez daha görüyorum.
Ama ne olursa olsun, doğruyu zamanında ve nezaketle söylemek ayıp olmamalı.
Ayıp olan, yüz kişinin vaktine kıymaktır.
Aslında hepsinin çok basit bir çaresi var, birbirimizin vaktine, enerjisine, emeğine saygı göstermek, hakkına, hukukuna riayet etmek. Bunu bir sağlayabilsek her şey çok daha kolay, çok daha farklı olacak.

