Türkiye’de siyaset nasıl yapılıyor? Nasıl finanse ediliyor? Bunun üzerine biraz düşünmeye ne dersiniz?
Siyasete ne zaman bir tanıdığım adım atsa aklıma şu söz gelir. “Siyaset dosta tavsiye edilmez, düşmana bırakılmaz”.
Kime sorsanız da şunu söyler. “Siyaset yozlaşmış bir alan, kaygan zemin. Aman uzak dur.” Peki ülkeyi kim yönetiyor? Siyaset. Ödeyeceğimiz vergiden, emeklilikte alacağımız emekli maaşına kadar kim belirliyor? Siyaset. Çocuklarımızın, torunlarımızın okuyacağı okulun müfredatından atanacak öğretmene kadar kim belirliyor? Siyaset. Peki o zaman siyasetten uzak durmak ne kadar doğru?
Bugün sizinle bir hesap yapmak istiyorum. Diyelim ülkesini seven, deneyimlerini milleti için milletinin hizmetine sunmak isteyen yüz kişiyiz. Bizi temsil eden bir parti de bulamıyoruz. Biz de yeni bir parti kurmak için yola çıktık.
Çok kabaca bir hesap yapalım. Bir genel merkez binası ihdas etmemiz, 81 ilde ve 922 ilçede il ve ilçe başkanlıkları kurmamız ve gerekiyor.
Bir genel merkez binasının ortalama maliyetiyle başlayalım.
Mütevazı ama çalışabilir bir genel merkez düşünelim. Lüks değil, gösteriş hiç değil. Toplantı salonu, birkaç çalışma odası, basın ve iletişim için küçük bir alan. Ankara şartlarında böyle bir yerin aylık kirası, aidatı ve temel giderleriyle birlikte en az 500–600 bin TL bandında olduğunu varsayalım. Yıllık karşılığı yaklaşık 7 milyon TL.
Gelelim teşkilatlara.
81 il ve 922 ilçede “tabelası olan”, kapısı açık, vatandaşa temas edebilen birer il ve ilçe başkanlığı kurmanız gerekiyor. İl merkezleri için çok iddialı olmayan ofislerin aylık gideri ortalama 40–50 bin TL, ilçelerde ise 20–25 bin TL diyelim.
Kaba bir hesapla:
● 81 il x 50 bin TL = 4 milyon TL / ay
● 922 ilçe x 25 bin TL = 23 milyon TL / ay
Sadece teşkilat binalarının aylık maliyeti yaklaşık 27 milyon TL. Yıllık karşılığı: 324 milyon TL.
Henüz neyi dâhil etmedik?
● Personel maaşlarını
● Elektrik, internet, kırtasiye giderlerini
● Seçim dönemlerindeki afiş, broşür, araç, yakıt masraflarını
● Dijital altyapıyı, yazılımı, veri güvenliğini
● Hukuk, muhasebe ve denetim giderlerini
● Toplantıları, kongreleri, eğitimleri
Bunları eklediğinizde, “çok sade” bir siyasi yapının yıllık bütçesi rahatlıkla 400–500 milyon TL bandına çıkıyor.
Şimdi durup tekrar soralım. Bu para nereden geliyor? Bu para kimin cebinden çıkıyor?
Aidatlar deseniz, sembolik. Bağışlar deseniz, sınırlı. Devlet yardımı ise ancak belli bir oy oranından sonra devreye giriyor. Önümüzdeki yıl 6,4 Milyar TL seçim yardımı verilecek partilere. Bu rakam beş siyasi partiye veriliyor. AK Parti, CHP, MHP, İyi Parti ve DEM Parti. AK Parti 2 milyar 16 milyon TL alırken CHP’nin kasasına 1 milyar 435 gidiyor. Kalan üç parti ise 500 milyon TL bandında bir destek alıyor.
Bazen çok büyük şirketlerin sahibi olan insanlarla konuşurken şu soruyu soruyorum. “İşin çok güzel, çok iyi para kazanıyorsun. Kocaman bir şirketin var. Bu aşamada Türkiye’nin 81 ilinde, 922 ilçesinde mağaza açman gerekse bunu sağlayabilir misin?”
Daha soruyu sorarken birkaç adım geri gidiyor şirket sahibi.
“İşte” diyorum, “Siyaset hiçbir şey satmadan, geliri olmadan 81 ilde 922 ilçede dükkân açmak gibi bir şey”.
Tam bu noktada siyaset kirleniyor. Çünkü para, boşluk sevmez.
Eğer bu yük, şeffaf ve meşru kaynaklarla taşınamıyorsa; ya birilerinin “borçlu” olduğu bir siyaset ortaya çıkıyor ya da siyaset, zamanla asıl amacından sapıyor. İdealizm yerini mecburiyetlere, mecburiyetler de tavizlere bırakıyor.
O yüzden mesele sadece “iyi niyetli insanların siyasete girmesi” değil. Asıl mesele, iyi niyetli insanların bu sistemi sürdürebilecek temiz bir finansman modelini kurup kuramayacağı.
Siyaset pahalı bir iş. Ama bedelini ödemediğinizde, faturası çok daha pahalı oluyor.
Vergiyle, adaletle, eğitimle, gelecekle…
Belki de bu yüzden siyasetten uzak durmak bir çözüm değil.
Asıl soru şu: Bu yükü omuzlayacak insanlar neden hep aynı çevrelerden çıkıyor ve neden temiz kalanlar uzun süre dayanamıyor?
Tam da bu yüzden yazıyı bir yerden sonra “maliyet hesabı” olmaktan çıkarıp ahlaki bir sorgulamaya çevirmek gerekiyor.
Çünkü sorun para değil. Sorun paranın kimden, nasıl ve ne karşılığında geldiği.
Bugün siyasete giren pek çok insan, daha ilk adımda şu gerçekle yüzleşiyor: Temiz kalmak pahalıdır. Kirlenmek ise kolay ve davetkârdır.
Kapınız çalınıyor. “Biz bu yükü hafifletiriz” diyenler geliyor. Önce küçük bir destek, sonra bir ricayla. Sonra “zaten herkes böyle yapıyor” cümlesiyle normalleştirilen tavizler başlıyor.
İşte o anda siyaset, halkın sorunlarını çözme aracı olmaktan çıkıyor; borç ilişkilerinin, çıkar dengelerinin ve sus paylarının alanına dönüşüyor.
Ve sonra ne oluyor biliyor musunuz?
– İhaleler konuşulamıyor.
– Vergi adaleti erteleniyor.
– Eğitim reformu hep “sonra”ya kalıyor.
– Hukuk herkes için değil, gücü olan için işliyor.
Çünkü sistem, iyi niyetli olanı değil; dayanıklı olanı ayakta tutuyor. Dayanıklı olmak ise çoğu zaman “esnemeyi” gerektiriyor.
Burada durup şunu sormak zorundayız: Bu düzen böyle devam etmek zorunda mı?
Belki de çözüm, “bir parti daha kurmak” değil; parti kurma biçimini değiştirmek.
Belki çözüm;
– Daha küçük ama yaygın teşkilatlar,
– Dijitalle desteklenmiş, düşük maliyetli örgütlenme,
– Şeffaf, anlık izlenebilir bağış sistemleri,
– Harcaması kadar hesabı da açık siyaset,
– Makamı değil misyonu büyüten bir anlayış…
Belki de asıl devrim, meydanlarda değil; bütçe kalemlerinde yapılmalı.
Çünkü şunu artık net söyleyelim: Siyaseti kim finanse ediyorsa, siyaseti o yönetiyor.
Eğer bu yük birkaç “fedakâr” insanın omzuna bırakılıyorsa, oradan ya yorgunluk çıkar ya da bağımlılık.
Ama bu yük paylaşılıyorsa, işte o zaman siyaset gerçekten “milletin işi” olur.
Belki de bu yüzden mesele şu kadar basit ve şu kadar zor: Sadece oy vermek yetmiyor.
Siyasetin bedeline ortak olmadan, sonucuna sahip çıkamıyoruz.
Ve belki de gerçek soru artık şu: Biz bu ülkenin geleceğini konuşmaya hazırız ama bedelini birlikte ödemeye hazır mıyız?

