Hakiki ilimden sahte bilime

A -
A +

Cumhuriyetle bir asrı devirdik. Uzun yıllar resmî ideoloji yoluyla Osmanlıyı karalama, kötüleme, aşağılama ile vakit harcadık. Sonra bu şekilde yetişen nesiller babadan toruna papağan gibi bu yanlışları aktarma yoluna gittiler. Şimdilerde ise sosyal medyada bazı şaklabanlar işi gücü bırakmış Osmanlıya nereden vururum diye kıvranıyor, vesile arıyor. "Yahu üzerinden yüzyıl geçmiş senin işin bu mudur?" diyen yok!..

 

Geçenlerde topluluk hâlinde oturan birileri beni aradılar. Bir doktor telefonu eline aldı saydırıyor. "Ya beyefendi tarih öğretmek için mi beni aradınız!" dedim. "Sordunuz söylüyorum. İnanmazsanız kapatın gidin. Osmanlı düşmanı üç beş kişiden ezberlediğin bilgileri ilim diye satıyorsun. Beni aradınız fakat dinlemiyorsunuz bile. Ayıptır..."

 

Maalesef bu şaşı bakış ve zihniyetten kurtulamadık. Bunun için de gözümüzdeki merteği hiç göremedik. Biz ne yapıyoruz diye hiç sorgulamadık. Sonunda hırsızlıktan şikâyet edenlerin en büyük hırsız çıkması gibi bir manzara ile karşı karşıya kaldık.

 

Osmanlıyı diline dolayanların yalan yanlış konuştuğu mevzulardan biri de "beşik uleması!" Ne olduğunu dahi bilmeden zanla görüş bildiriyorlar. Padişahlık nasıl ki babadan oğula geçiyorsa ilim adamlığında da bu tatbik ediliyor diyorlar. Babadan oğula geçme meselesi doğru ise de iş onların zannettikleri gibi değil. Herhâlde ben olsam böyle yapardım diye düşünüp üzerine destan yazıyorlar...

 

Aslında burada tenkit edilecek değil hayran olunacak bir tatbikat var. Hacmi fındığı geçmeyen beyinlerini biraz zorlasalar anlayacaklar ama o da zor geliyor. O hâlde nedir bu tatbikat?

 

Mesleğin babadan oğula intikali bu konudaki en tabii akıştır. Sultan Fatih devrinden itibaren babaları ulemadan olan erkek çocuklara “zâdegân” denilerek bazı hak ve imtiyazlar verilmeye başlanmıştı. Bu imtiyazların en önde geleni onlara müderrislik yolunun açılması idi. Gerçi II. Murad Han devrinde de benzer uygulamalar olmuştu. Molla Fenari’nin çocukları ve torunlarına bu kabil imtiyazlar verilmişti. Ardından söz konusu tatbikat başka aileleri de içine alacak şekilde genişletilmişti. Ancak bunların hak etmeden o makama tayinleri imkânsızdı.

 

Fatih Sultan Mehmed bütün bunları daha sistemli hâle getirdi. Bu usule aleyhtar olanlar bile bozulmanın on altıncı yüzyılın ikinci yarısında başladığını yazıyor ki yüz sene boyunca hiçbir menfi netice vermeyen bu sistemin ne kadar doğru olduğunun ispatıdır. Ayrıca unutmamak gerekir ki on altıncı asrın ortasından itibaren sadece ilmiyede değil başka sahalarda da menfi istikamette ilk emareler görülmüştü.

 

Devlet ilimde yükselmenin her türlü tedbirini almıştı. Türlü seviyelerde teşkilatlandırılan medreseler bu maksada hizmet ediyordu. Onlar sıbyan mektebinden sonraki tahsil müesseseleriydi. Ortaokul, lise, yüksekokul ve üniversite seviyesinde medreseler vardı. Talebe kabiliyetine göre yükselme imkânı bulurdu. Müderrisliğe kadar çıkabilmek için sırasıyla suhte, dânişmend ve mülâzım safhalarını geçmesi icap ederdi. Mülâzemet müderrislikten önceki son safha idi. Sıbyan mekteplerinde okuyan öğrenciler için daha çok talebe, başlangıç veya orta seviyedeki medrese öğrencilerine suhte, yüksek seviyedeki medreselerin öğrencilerine ise dânişmend denirdi.

 

Müderristen temessük almış suhte belli bir sırayı takip etmek kaydıyla daha üst seviyedeki medreselerde tahsiline devam ederdi. Medreseye kaç talebenin devam edeceği mevzuu kapasiteyle alakalı idi. Müderrisin ders verdiği talebe sayısı umumiyetle yirmiyi geçmezdi. Bu sayı medresesine göre biraz az biraz fazla olabilirdi. Sahn-ı semanın tahtına oturan Süleymaniye medreselerinde talebe sayısını müderris sayısına böldüğümüzde iki gibi bir rakamla karşılaşıyoruz ki bugünün dünyasında böyle bir nispeti yakalamanın mümkün olmadığını söylemek zaid olur...

 

 

Nereden nereye…

 

 

Devlet talebeye ders çalışmaktan başka bir iş bırakmamıştı. Mesela dânişmendlerin durumu böyleydi. Müstakil oda sahibiydiler. Kıyafet ihtiyaçları, cep harçlıkları karşılanır, sağlık hizmetleri görülürdü. Tek yapmaları gereken ilimde yükselmekti. Klasik devirde bu sistem saat gibi işledi. Her şeyin bozulmaya başladığı dönemlere bakıp da hüküm bildirmek çok yanıltıcı olur. Kaldı ki bu bozulmalar bugünkü halle kıyas dahi edilmeyecek derecede hafiftir...

 

İcazetname, medrese sisteminin en mühim unsurlarından biriydi. O bir nevi diploma olsa da diplomadan öte bir şeydi. Burada icazetnameyi veren hoca, alan talebe, alınan dersler, okunan kitaplar yazılıdır. İcazetname tam manasıyla o hocanın, o talebenin, o medresenin ve nihayet o memleketin tedristeki hayat hikâyesidir. Hoca silsilesi arada kesiklik olmaksızın Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” kadar gider. İcazetname bir eser hakkındaysa silsile o kitabın müellifine kadar ulaşır, yeni bulunmuş bir ilimle alakalı ise bu sefer o ilmi kurana dek gider...

 

İcazetnamelerin başında güzel bir hatla yazılmış besmele-i şerif bulunurdu. Ardından Allahü teâlâya hamd ü senâ, Sevgili Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” ve diğer peygamberlere “aleyhimüsselâm” salât ü selâm, Ehl-i beyte ve Eshab-ı kirama hayır dua yer alırdı. Sonra ilimle ilgili âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler yazılırdı. İcazetnameyi veren şahsın ve babasının adı zikredilip, icazetname verilen şahsın adı, babasının adı ve lakabı kaydedildikten sonra, okuduğu dersleri tamamen bellediği bildirilirdi. İcazet veren hoca, kendisini duadan unutmamasını isterdi. Daha sonra icazetnameyi veren zatın hocalarının isimleri yazılır, mensup olduğu mezhebin imamına değin sayılır ve buradan Peygamber efendimize kadar icazet zinciri sıralanırdı. İcazetname, Peygamber efendimizin medhini bildiren salevât ve hocanın talebesine verdiği nasihatle son bulurdu...

 

Müderrisler ilmiyle amil kimselerdi. Paraya makama düşkün değillerdi. Birçoğu vazifeyi uzun ikna çabaları sonunda kabul etmişti. Her biri en az birkaç dil bilirdi. Bugünle yapılacak bir mukayesede büyük mahcubiyet duyacağımız neticeler çıkar. Tabii hâlâ utanabiliyorsak!..

 

Üniversite sınavlarına soru çalarak girenler galiba öyle alışmışlar ki her işte bunu dener hâle gelmişler. Akademi camiası sahte diplomalarla çalkalanıyor. Mesleğine göre neredeyse diplomanın fiyatı belirlenmiş. Hırsızlık yolsuzluk iddiaları havada uçuşuyor. İktidara namzet siyasi partiler olup biteni örtbas etmek için çalışıyor. Üniversitelerimizde adaya davet kadrolar açılıyor. Aslında bunları sorgulamak gerekirken niye Osmanlı? Ne ala memleket!..

 

 

Sümen altı edilmemeli!

 

 

Maalesef utanma kelimesinin kifayetsiz kalacağı bir manzarayla karşı karşıya kaldık. Genci yaşlısı, kadını erkeği akademik bir ünvan kapmak, bir kürsiye kapak atmak ve nihayet üç beş kuruş maaşa konmak maksadıyla sahte diplomalara, sahte tezlere başvurmuş. Tabii bunlar öyle anlaşılıyor ki buz dağının su üstünde kalan kısmı. Her şeyi ortaya dökmeye matuf bir soruşturma yürütülse kim bilir nasıl bir manzarayla karşılaşırız? Elbette hep böyle değil. Fakat eskiler "şüyuu vukuundan beter" derlerdi. Burada ise hem yüzlerce örnek var hem de âlemi saran bir şâyia söz konusu. Öyleyse dikkat!

 

Polisiye tedbirler almak, hukuk üzerinden yüklenmek şüphesiz lazım. Ne var ki bunlarla bataklık kurutulamaz. Aslında bu yüz kızartıcı işler tefessüh etmiş bir cemiyete işaret ediyor. Kalıbına baktığında adam zannedeceğin nice insan hırsızlık diplomasıyla ahkâm kesiyor. Hasılı Osmanlıyı kimlerin tenkit ettiğini şimdi biraz daha iyi anlıyoruz. İlme düşman olan bir zihniyet ilim diyerek ilmî payeleri kapınca bu netice ortaya çıktı. Geri dönüş olur mu, olursa nasıl olur bunlar zor sorular.

 

Görüyoruz ki bugün üniversitelerde bir kürsü kapmak için ilim adamı olmaya gerek yok. Çok zeki çok çalışkan olmaya da gerek yok. Adamın varsa yolun açık demektir. Bu da büyük bir kalitesizliği beraberinde getiriyor. Yüksek lisanstan başlayıp profesörlükte biten akademik payeler elde edilirken beraberinde ilim de tahsil edilmiyor. Sadece seçilen mevzu üzerinde yoğunlaşılıp başka şeye bakılmıyor. Bu da yalnızca o konuda bilgi sahibi olmak, onun dışında kalem oynatamamak gibi bir netice doğuruyor. Böyle çeyrek dahi olamayan kişilerin üniversitelerimizde hocalık yapmaya çalıştığını düşünün ve işin vahâmetini anlayın.

 

Bazıları, kendileri çok kifayetsiz oldukları için biraz dolu olan talebelere karşı hasım oluyorlar. Onların önünü kesmek adına yapmadıkları kalmıyor. Suyun başını tuttukları için muvaffak da oluyorlar. Kürsülerini, maaşlarını, olmayan itibarlarını koruyorlar ancak nesiller elden gidiyor. Bu insanlarla Amerika ile Çin ile yarışılır mı? Hem içe hem dışa doğru çökersiniz. Nitekim olan budur.

 

Belli ki üniversitelerimizin tam bir temizliğe ihtiyacı var. Yüz sene zarfında "zehir" sadece mülkiye, seyfiye ve kalemiyeye şırınga edilmedi. İlmiye de bundan nasibini aldı. Bu yüzden devletin diğer unsurları gibi o da bozuldu. Onun tefessüh etmesi diğerlerinden daha kötü neticeler doğurdu. Zira bu suretle önümüzü aydınlatan ışığı kaybetmiş olduk.

 

IV. Muradlara ihtiyacımız var vesselam...

 

TEFEKKÜR

 

 

Lezzeti et’imede râhatı cisminde arar

 

Ne bilir neş’e-i idrâki nedir ehl-i şikem

 

                                   Koca Râgıb Paşa

 

(Zevki yemekte, rahatı teninde arar,

 

Ne bilir ilim irfan zevkini pisboğazlar.)

 

 

 

Ahmet Şimşirgil'in önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.