Türkiye Gazetesi E-Gazete
Arama
Özetle Dinle
Kaydet
Köşe Yazıları 2 saat önce
Metin, Türk milleti üzerinde derin bir etki bırakan 17. ve 18. yüzyıllardaki siyasi, sosyal ve zihinsel travmalarına odaklanmaktadır. Geçmişte yaşanan toprak kayıpları, askerî hezimetler ve toplumsal istikrarsızlık, kolektife aşağılık kompleksi, güvensizlik ve dış düşman korkusu gibi olumsuz duygular beslemiştir.
  • Viyana Bozgunu ve sonrasında yaşanan toprak kayıpları, halkın ruh dünyasında derin bir kırıklık ve moral bozukluğuna yol açmıştır.
Türkiye Gazetesi
MAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI
0:00 0:00
1x
a- | +A

* İç ve dış düşmanların bir çözülmede rolü yok mudur? Elbette, ama daha azdır. Mesuliyetin büyüğü, bunların oyununa gelen ve ne hâlde olduğunun farkına varmayanlarındır.

XVIII. asırdan itibaren ardı ardına girdiği/girmeye mecbur kaldığı harblerde Türkler, bilhassa Avrupa güçlerine karşı devamlı kayıplar yaşamaya başladı. İki buçuk asırdır millet derin bir tarihî travmanın tesiri altındadır. Bunun başını 1683 tarihli Viyana Bozgunu ve bunu takip eden askerî hezimetler, birleşen ve güçlenen Batı karşısında askerî, siyasî ve teknolojik gerileme çeker.

Toprak kayıpları, isyanlar, kaybedilen şehirler, perişan olan halk ve nihayetinde imparatorluğun çöküşü, milletin kolektif hafızasında silinmesi güç izler bırakmıştır. Bu izler, sadece fizikî kayıplarla mahdut kalmamış; aynı zamanda halkın ruh dünyasında bir kırılmaya, moral bozukluğuna, nefse itimat (öz güven) erozyonuna ve bir aşağılık kompleksine dönüşmüştür.

Bu travmayı insanlar atamadılar. Sadece halk değil, hatta daha çok askerler, bu travmanın altında ezildi. Viyana önlerinden sürülerek İstanbul’a canını zor atan ordu, asırlarca silinmeyecek ağır bir çöküntüye uğradı. Bu zamana kadar uzanan askerî darbe ananesi işte bu travmanın neticesidir.

Bu yaşananlar kolay şeyler değildir. Başka bir halkın başına gelse belki yok olurdu. Ama Türk milleti, sağlam dinamikleri sebebiyle ayakta kalabilmiştir.

MAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI
Başlık ResmiMAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI

Sağanak hâlinde travma

Yunan istiklal ayaklanması sırasında binlerce Müslümanın katledilmesi haberi, İstanbul’a bomba gibi düşmüş, o kadar büyük bir travma meydana getirmiştir ki, Ortodoks unsur âdeta "günah keçisi"ne dönüşmüştür!Şehirdeki Rumlar can korkusundan adalara yerleşmiştir. Biraz da Rusya’ya duyulan hınç sebebiyle, aynı dindeki Ortodoksların yıldızı sönmüştür.

93 Harbi, Osmanlı için büyük bir felaket olmuş, Balkanlar’daki hâkimiyet neredeyse tamamen sona ermişti. Bu savaş, yalnızca askerîbir hezimet değil; aynı zamanda halkın zihninde derin bir travma meydana getirdi. Milyonlarca Müslüman-Türk halkı göç etmek zorunda kaldı. Bu göçler, halk arasında “düşman çevremizi sardı” paranoyasını körükledi. Benzeri hadiseler Cihan Harbi'nde de yaşandı. Bizzat bu felaketi yaşayan bir neslin normal bir akıl ve ruh sağlığında kalması çok zordur.

Sultan Abdülhamid’in bu vasatta “kurtarıcı” olarak tahta çıkması ve kısa zamanda kozmopolit meclisi kapatıp mutlakiyetçi bir rejime dönmesi, cemiyetin emniyet arayışının bir yansımasıdır. Cemiyet, hürriyetten ziyade “istikrar” ve “güçlü lider” beklentisinde idi. Bu da kolektif travmanın, otoriterliği meşrulaştıran bir vasıtaya dönüşmesini gösterir.

MAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI
Başlık ResmiMAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI

Nereden nereye...

Bu travma, sadece toprakların kaybedilmesine, insan kaybına, muhaceretlere, etnik çatışmalara değil, aynı zamanda halkın aidiyet, güç ve hâkimiyet hissini de kaybetmesine sebep oldu.

Atalarının bir zamanlar dünyaya hükmettiğinin hikâyeleri ile büyüyen halk, bir de yaşadığı zamana bakarak, bir nevi post-imparatorluk (imparatorluk sonrası) şoku yaşadı. Ferdî ya da sosyal travmalarda sıkça rastlandığı gibi, yaşanan felaketin ya da muvaffakiyetsizliğin hakiki sebebini kabullenip iç muhasebe yapmak yerine, inkâr, bastırma, iç ve dış güçlere atfedilen komplolarla izaha çalışıldı.

Mağlubiyetlerin mesuliyeti çoğu zaman dış güçlere -Hristiyanlar, Yahudiler, Ermeniler, Masonlar, Siyonistler, İngilizler-yüklendi. Bu gruplar, çoğu zaman “içerideki hainlerle, devşirmelerle, kriptolarla iş birliği yapan düşmanlar” olarak kurgulandı.

Saflar temizlenmeli

Bu psikoloji, cemiyetin kendi iç dinamiklerini geliştirme kabiliyetini de zayıflattı. Çünkü suç devamlı dışarıda aranıyor, içeride ise “hainler” ayıklanarak safların temizlenmesi kâfi görülüyordu.

Amirinden azar işiten memurun hanımına çatması, sokakta dayak yiyen çocuğun kardeşinden hıncını çıkarması gibi, Batı karşısında gerileyenler, bunun faturasını düşmanlarıyla aynı dinden olan vatandaşlarına çıkardılar. İç ve dış düşmanların bir çözülmede rolü yok mudur? Elbette, ama daha azdır. Mesuliyetin büyüğü, bunların oyununa gelen ve hâlinin farkına varmayanlarındır.

Milletlerarası münasebetler menfaat üzerine kuruludur. Ezelî dostluk veya ebedî düşmanlık diye bir şey yoktur. Dünkü düşman, bugünkü dost, yarınki müttefik olabilir. Bir iç düşmandan söz ediliyorsa, bu, cemiyette ve devlet mekanizmasında bazı şeylerin yanlış gittiğinin alametidir. Azlık neden çokluğa düşman olsun veya bunu göstersin?

MAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI
Başlık ResmiMAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI

Aşağılık kompleksi ve ezilmişlik algısı

Bu aşağılık kompleksi, cemiyetin Batı karşısındaki ezilmişlik hissiyle daha da pekişti. Batı’nın teknolojik, ekonomik ve kültürel üstünlüğü, Osmanlı bakiyesi olan Türk cemiyetine derinden tesir etti. (Benzerini Araplar, Kürtler, hatta Arnavut ve Boşnaklar için de söylemek mümkündür.)

Ancak bu üstünlük, hazmederek değil, çoğu zaman hasetle, öfkeyle ya da komplekse dönüşerek karşılandı. “Biz de yapardık ama izin vermediler” cümlesi, bu devrin karakteristik savunma mekanizmalarından biri hâline geldi.

Ferdî platformda öz güvensizlik, sosyal platformda ise kolektif bir kifayetsizlik hissi ortaya çıktı. Bu psikoloji, bilhassa maarifte, sanatta, fende ve ekonomide hamle yapmayı zorlaştırdı. Çünkü her muvaffakiyetsizlik, “zaten dış güçler istemiyor” şeklinde izah ediliyor, içten gelen gayretlerin önü kesiliyordu.

Dış düşman korkusunun dramatik neticeleri de yok değildir. Bir işgal olursa, düşman istifade etmesin diye demir ve karayolları inşasına mâni olmak, Trabzon, Antalya, İzmir gibi limanları âtıl bırakmak buna misaldir.

Bu psikolojik arka plan, tarihîhadiselerin değerlendirilmesinde de ciddi sathîliklere sebep oldu. Hakiki sebeplerin üzerine gitmek, hadiselerin çok taraflı tahlilini yapmak yerine, “kötü padişah”, “hain sadrazam”, “dış güçlerin oyunu”, “içerideki casuslar” gibi kolaycı izahlar tercih edildi.

Bu da tarih ilmini bir şuurlanma ve ders çıkarma vasıtası olmaktan çıkarttı. Aksine, dogmatik bir bakış açısıyla yeni kuşaklara aktarılan, sorgulanması istenmeyen bir “resmî tarih” telakkisine dönüştürdü. Mühim kişilerin sonradan ya yüceltilmesi ya da yerin dibine batırılması âdet oldu. Ya hainler ya da kahramanlar vardı, ortası yoktu.

MAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI
Başlık ResmiMAĞLUBİYETİN AĞIR YÜKÜ VE KÖTÜ MİRASI

Genetik miras

Belki de en tehlikelisi, bu travmatik hafızanın sonraki nesillere aktarılması oldu. Travma, ferdlerde olduğu gibi cemiyetlerde de aktarılabilir bir hâldir. Aile içinde anlatılan mağlubiyet hikâyeleri, ezilmişlik temalı ifadeler, çocuklara daha küçük yaşlarda “dış düşmanlara karşı tetikte olma” telkinleriyle aktarılmaya başlandı. Bu da yeni nesillerin sağlıklı ferdler olarak büyümelerini, dünyayı daha açık ve objektif bir şekilde değerlendirmelerini zorlaştırdı.

İnsana nefsini tanımayı, onu hesaba çekmeyi, çevresine hüsnüzanla bakmayı, başkalarının kusurlarını aramaktan evvel kendi kusurlarını aramayı telkin eden din; ferd ve cemiyet vicdanındaki eski gücünü kaybettikçe, bu hastalıklı tavır daha da barizleşti. Kendi cemaatinden olmayana kâfir veya sapık, başka milletlere aşağı ırk, kendi şovenist fikirlerini paylaşmayana Yahudi veya Ermeni tohumu yahut veled-i zina, dindarlara gerici ve yobaz demek âdet oldu.

Hâlbuki iç ve dış düşmanlar sloganını, daha çok sistemi elinde tutanlar, otoritesini güçlendirmek, cemiyeti yönlendirmek ve kendilerini emniyete almak için kullanırlar. Hakiki fenalık kendi unsurları içinden geldiği hâlde, “Benim zalimim iyidir” veya “Beni tanıyan kurt yesin” psikolojisi, hatta katiline âşık olmak (Stockholm sendromu), hakikati görmeye engel teşkil etmektedir...

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin önceki yazıları...

ÖNE ÇIKANLAR