Türkiye'de seçimler her zaman milattır…

Sesli Dinle
A -
A +
Bilmiyorum, yabancılar Türkiye'yi ne kadar merak ediyor. "Doğu’nun en Batı’sı, Batı’nın en Doğu’su" olan ülkeyi sadece taraflı yayınlardan takip ediyorlar. Bu yayınlardaki "oryantalist" yaklaşımları tebessüm ile okuyorum çoğu zaman. İlginçtir, bazı yazıların altında yurt dışında yaşayan Türklerin imzalarını görüyorum.
 
Aslına bakılırsa, genç yaştaki analistlerin bile Türkiye'de ikamet edenleri birçok kez ülkemizle pek alakalı olmayan "tümevarımlar"la gelişmeleri yorumluyorlar. Belki de tarihinin en önemli seçimini yaşayacak olan ülkenin şartlarını anlamak için, azıcık tanıtarak başlamak en doğrusu. Bunu da başka ülkelerle kıyaslayarak yapacağız ki, iyice anlaşılsın.
 
İşimiz ve çevremizin gereği olarak doğudan batıya dünyanın birçok ülkesini ziyaret ediyoruz. Aşağı yukarı hangi ülke olursa olsun hiç değişmeyen davranış biçimleri var.
 
Mesela, orta gelir ve üzerindeki ülkelerde hayat pahalılığından şikâyet etmek, "iyice tembelleştik" diye serzenişte bulunmak, turistlere ve yabancılara mesafe koymak, göçmenler konusunda sert ifadelerde bulunmak, siyasetin kalitesi konusunda serzenişte bulunmak âdet hâline gelmiştir. İşte de evde de aynı düşünceleri sıralarlar. Gerekirse bu konularda sert tartışma yapmaktan çekinmezler. Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya, Sırbistan, Hırvatistan, Yunanistan, ABD, Kanada gibi ülkelerde şahit olduklarımızın benzerlerini büyük şehirlerde Türkiye'de de görmek mümkündür.
 
Oldukça kalabalık ama gelir seviyesi ortanın altında olan ülkelerde ise insanlar temel ihtiyaçları karşılamak amacıyla mesai mefhumu olmaksızın çalıştıkları için gelir seviyesi yüksek olanların tartışmalarına pek vakit kalmıyor. İlginçtir ne kadar otokratik ya da merkeziyetçi olursa olsun bu ülkelerde yerel siyaset güçlüdür ve siyaseti alenen eleştirenlere rastlamak mümkün olmaz. Çünkü güçlenmek isteyen önünde sonunda siyaseti ya da siyasetçiyi kullanır. Ayrıca sade vatandaş başına bir şey gelmesinden korktuğu için, kıt kanaat geçinirken siyaset yapmak haricinde çıkış yolları arar. Bu ülkelerdeki insanların dışarıdaki yüzü ile evdeki yüzleri farklıdır. Dışarıda etliye sütlüye bulaşmayan "çilekeş" ruhlar, evde ya çok iyi ya da çok zalim insanlar olurlar. Otorite baskısının acısını evdekilerden çıkarırlar, ya da gün içinde otoriteyi temsil ettikleri için evde sevecen olurlar. Rusya, Çin, Hindistan, Orta Doğu ülkeleri, Afrika, Latin Amerika'da sıkça rastlanan örneklerdir bunlar. Tabii ki şaşırmıyoruz bu örnekleri de Türkiye'de görmek mümkün. 
 
Türkiye'de her iki profilden insana oldukça fazla sayıda rastlanmasının sebebi hepimizin bildiği konu: Kimlik bunalımı. Yazının başında da belirttiğim: Türkiye "Doğu’nun en Batı’sı", başkalarına göre de "Batı’nın en Doğu’su".
 
Sokaktaki vatandaşa "Asyalı mısın?" diye sorulursa cevabı olumlu olmaz, "Avrupalı mısın?" diye sorulursa cevap kişiye göre değişebilir. Orta Doğulu olmayı kabul etmez ama öyle yaşar, demokratik haklar ile bencil olmayı birbirine karıştırır, gruplaşmak yerine ya bireyselleşmeyi ya da kitlenin parçası olmayı tercih eder. Siyaseti kendi menfaatine kullanmak ve kazanan tarafta olmak ister. Bu sebeple sandığa kadar vereceği kararı bilmek mümkün değildir. Fazla sayıda hoşlanmadığı iş olursa ve bunlar menfaatini olumsuz etkilemiş ise sonucu değiştirecek beklenmedik işler yapar.
 
Türkiye'de tüm bu anlattıklarım sebebiyle seçim sonuçlarını doğru tahmin etmek zordur. Her iki profilin arasında çok büyük uçurumlar vardır, birbirlerini anlamakta zorluk çekerler. Ortak menfaatte buluşturmak zordur ancak nadir zamanlarda yan yana gelip tarihin akışını değiştirirler. Bu değişim her zaman olumlu sonuçlar oluşturmasa da, siyasetçilerin bilmesi gereken önemli bir gerçektir. Sanıyorum Cumhurbaşkanı Erdoğan bu gerçeğin en çok farkında olan siyasetçi.
 
Dolayısıyla ilk defa "%50-%50" ihtimalli bir seçime girerken, meseleyi oldukça ciddi şekilde ele almış gözüküyor. Hele ki depremden sonra zirve yapmış olan eleştiriler, işi iyice zorlaştırmış gözüküyor. Peki neredeyse 21 yıldır devam eden süreç bu sefer bitecek mi? Yoksa devam edecek mi? Bunu anlamak için tekrar yakın tarihte bir gezinti yapmak lazım.

Türkiye için altın yıllar geç başladı, biraz erken bitti…

Dünya ekonomisinde özellikle gelişmiş ülkeler için 1990'lar "altın yıllar" olarak adlandırılmıştır. Aslına bakarsanız tam olarak altın yıllar 1993'te Clinton ile başladı ve 2001'de meydana gelen 11 Eylül terör eylemi ile sona erdi. Türkiye ekonomisi o dönemde çok ciddi dalgalanmalar gösterdi. Bu sebeple o dönemi Türkiye için "altın yıllar" diye tanımlamak imkânsız. Özellikle 1994 Krizi ve Siyasi İstikrarsızlık yaşanan bir dönemdi.
 
Dünya 11 Eylül saldırılarından sonra 2008'e kadar ciddi bir toparlanmanın içine girdi. Türkiye de benzer şekilde, doğru işleri yapmaya başladığı için 2001'de yaşadığı bankacılık krizine rağmen toparlandı ve enflasyon-büyüme-faiz-döviz kurları bağlamında sakin bir süreç yaşadı. Erdoğan ve partisi iktidara gelir gelmez beklenenin aksine Batı’ya dönük yüzü, adalet ve eşitlik için attığı adımlar ile ülkenin küresel krize dayanmasını sağladı. 2008 Krizi "Teğet geçmedi" ama Türkiye ekonomisinde fazla hasar bırakmadı desem yanlış olmaz. Gerçekten de 2002-2013 dönemi toplumun büyük kısmı için "altın yıllar" olarak adlandırılacak bir süreç oldu. Sportif başarıların yanında, Türkiye sosyal yaşantısıyla da yabancı basının gündemindeydi. Farklı kültür ve inançların beraberce huzurla yaşadığı bir ülke olarak o zamanlar gerçekten herkesin kıskandığı veya gıpta ile baktığı bizdik. 
 
Gayet iyi hatırlıyorum her şey iyi giderken 2011 yılından itibaren siyaset ve ona destek veren oluşumlar arasında ciddi bir gerginlik başladı. Ta ki 2013 yılındaki İstanbul'un merkezindeki Gezi Parkı Eylemlerine kadar fazla su yüzüne çıkmayan bu gerginlik, hükûmetin nerede devletin şefkatli yüzünü, nerede çelik gibi gücünü göstereceği konusunda kafa karışıklığı yaşaması sebebiyle iyice zirve yaptı. Önce 2015 seçimleri haziranda yapıldı ve ardından kasım ayında bir seçim daha yapıldı. Bu esnada iktidar partisi içinde ciddi tartışmalar çıkarken, siyaset bu süreçte yıprandı. Siyasi sistem ile ilgili tartışmalar ve anayasa değişiklikleri gündeme oturdu. O süreçte TL'nin değer kaybı beklendiği kadar sert olmadı. Piyasalara sürekli müdahale etmek gibi bir yaklaşım yoktu.
 
En başından beri gizli ajandasını uygulamak için hazırlık yapanlar hükûmetin ve siyasi ortamın giderek sertleşmesinin fırsat bilerek hain planlarını ortaya koymaya karar verdiler. Türkiye'nin atlattığı en önemli badirelerden biri olan 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi belki de şu an yaşadığımız ekonomik ve siyasal zorlukların en önemli kilometre taşı oldu. Türkiye bir daha sakin dönem yaşayamadı. Güvensizlik ve güvenlikçi yaklaşım kol kola gezmeye başladı. Her gün bir kriz çıkarken, sürekli müdahale isteği günlük rutin hâline döndü. Piyasa ekonomisinden bahsetmek imkânsız hâle geldi.
 
2018 ve 2019'da yaşanan ekonomik zorluklar da benzer şekilde "piyasa ekonomisinden kopma" sebebiyle gerçekleşti ve ardından gelen 2020 pandemisi Türkiye'yi her bakımdan hazırlıksız yakaladı. Sonra ortaya çıkan Rusya-Ukrayna bunalımı yaşananlara katkı yaptı elbette. Deprem ise birçok açıdan siyasi denklemleri değiştirdi. Ekonomik açıdan yaşanılan zorluğu tek bir örnekle anlatmak mümkün: 2016 Temmuz ayında 3 TL civarında olan dolar bugün 20 TL'ye dayandı. Yani TL son 6,5 yılda 7 kat değer kaybetmiş oldu.
Tüm bunlardan seçime giren tarafların çıkarması gereken ders şu:
 
- Türkiye’nin küresel krizlerden birebir etkilendiğini kabul etmek gerekiyor
 
- Piyasa ekonomisinden çıkıldığında küresel krizlerin yan etkisinin daha da büyüdüğünü anlamak gerekiyor
 
- Gergin siyaset ortamı belki bir yere kadar oy kazandırıyor ama ülkeye kaybettiriyor, seçimden sonra sakinleşmek gerekiyor
 
- Uluslararası ittifak arayışlarında Doğu-Batı ayrımı yapmadan yanlışların karşısında diplomatik bir üslupla durmak gerekiyor
 
- Sabıkası kabarık ülke liderleriyle, başkaları yapsa bile cumhuriyetimizin gelenekleriyle çelişmemek için ittifak kurmaktan uzak durmak gerekiyor
 
- Rusya ve Arap ülkeleriyle mesafeli olmak, iç meselelerine karışmamak gerekiyor
 
- ABD ve İsrail politikasını eş güdümlü idare etmek gerekiyor. 
 
- Bundan sonra da afetlerin olabileceğini kabul edip, depremde yaşananlardan ders çıkarmak gerekiyor
 
- Ülkenin ekonomiyle büyüyeceğini ama sanat-spor-kültür-eşitlik-adalet ayrıca kadın-erkek eşitliğiyle kalkınacağını artık anlamak gerekiyor. 
 
- Vicdanlı vatandaşı inancından değil, insanlığından ölçmenin daha doğru olduğunun anlaşılması gerekiyor. 
Bu yazdıklarım sadece Türkiye için değil, bölgedeki tüm siyasetçilerin dinlemesi gereken tavsiyeler. 
 

Fabrika ayarlarına geri dönmek gerekiyor…

Ülkemize geri dönersek: Türkiye'de seçimlerden sonra belli
başlı parametrelerde aşağıdaki gibi gelişmeler yaşanabilir:
 
- Büyüme: Bu yıl %2 ile 3 arasında gerçekleşebilir 
 
- Enflasyon: Bu yılı en az %50 seviyesinde bitirebilir.
 
- Faiz: Politika faizleri çok yükselmese de piyasa faizleri yüksek seyredebilir. Daha şimdiden %30’ların üzerindeyiz zaten. 
 
- Döviz: Sert bir yükselişin yani “overshoot” ardından gerileyerek bugünkü seviyelerin %20-25 üzerinde dengelenebilir. 
 
- İşsizlik: Tekrar %12’lerin üzerine çıkabilir 
 
Tabii tüm bunların yanında kamu açığı ve cari açık konusunda olumsuz gelişmelerin olacağını söylemek falcılık olmaz. Demokrasi sadece seçimden ibaret olmadığı için, Türkiye’nin dengeyi bulması düşünülenden uzun sürecek gibi gözüküyor. Seçimi kim kazanırsa kazansın ortodoks ekonomi politikalarına hemen dönmek yerine, öncelikle sosyal adaleti ve barışı tesis edecek adımları atması gerekiyor. 
 
Bana kalırsa, ekonomi, belki el atılacak işler arasında orta sıralarda yer alıyor. Piyasa ekonomisi şartlarına kademeli olarak dönüş sağlanırken, adalet reformunun yapılması, halk kesimleri arasında eşitsizlik ya da ayrımcılık yapıldığı izlenimi veren uygulamaların bertaraf edilmesi, iş dünyasının siyasete doğruları söyleyecek hâle getirilmesi, mevzuatta sık değişiklik yapılmaması gibi adımlar mutlaka bir faiz kararından daha büyük etki oluşturacaktır.
 
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesini tekrar hatırlatmak gerekirse: "Kadın ve erkeğin eşit haklarla omuz omuza yürüdüğü medeniyet yolculuğunun istikrarı için gerekeni yapmak". Bundan başka piyasa ekonomisi, adalet, eşitlik, sanat, spor ve kültürlerin bir arada yaşamasının da anayasa maddeleri tarafından garanti altına alınmış olduğunu, söz konusu maddeleri değiştirmek için verilen çabaların Türkiye'yi geriye götürdüğünü siyasetin idrak etmesi gerekiyor. 
 
Eğer Türkiye'yi fabrika ayarlarına sakin ve sabırlı şekilde geri döndürecek bir yaklaşım benimsenir ise dünya barışına ve refahına daha büyük katkıda bulunacağına inanıyorum. Ancak bunun için en iyimser şekilde bile 3 ile 5 yıl süreye ihtiyacımız olduğu ortada. Sanırım, bu durum Türkiye için birden fazla seçime gidilmesi anlamına da geliyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.