"İçi para dolu cüzdanımı buraya kasten düşürdüm, yani anlayacağınız bilerek bıraktım!"
Adamcağız, Sıddık Baba'yı rahatlatmak için dedi ki:
- Hep düşünüyordum; hakikaten ihtiyaç sahibi, namuslu, dürüst biri karşıma çıksa da gönül rahatlığıyla ona yardım etsem, diye. Fakat böyle istediğim gibi birisini nereden bilecektim? İnsanların kalbini yarıp bakamıyorsun ki. İçi para dolu cüzdanımı buraya kasten düşürdüm, yani anlayacağınız bilerek bıraktım. Bir köşeye saklandım olup bitenleri seyretmeye başladım. Sonra siz geldiniz. Bıraktığım yerden cüzdanı aldınız, fakat çok geçmeden sahibini aramaya başladınız. Kaybettiğime inanınca da hiç tereddüt etmeden verdiniz. Anladım ki, siz benim aradığım, yardım etmek istediğim dürüst birisisiniz. Şimdi Cenab-ı Allah’a verdiğim sözümü tutuyorum. Bu paranın hepsini sana hediye ettim. Al, güle güle harca!
- !!!
Gözlerinden süzülen yaşa mâni olamıyordu Sıddık Baba. Sadece onun duyabileceği bir sesle:
- Ne diyeyim bilmem ki?
- Bir şey demene lüzum yok! Hanımının vefatını, çocuklarla birlikte tek başına kaldığını duymuştum.
- Rabbim her şeye kadirdir. Âmennâ ve saddaknâ…
- !!!
Hissiyatını saklamaya çalışırken dudaklarından:
Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya gonca gül, ya da diken,
Ya hil’atu, ya da kefen,
Narın da hoş, nurun da hoş!
Mısraları, gözlerinden de billur damlacıklar yere “şıp şıp” dökülüyordu…
Bu dünya geçici, daim kalınmaz,
Malın çok olsa da, murat alınmaz,
Gâfil olma sakın, geri dönülmez,
Elbette dünyanın sonu virandır,
Kötülük çoğaldı, âhir zamandır.
Hâlık’ın dururken, mahlûka tapma!
Şeytana uyup da, yolundan sapma!
Nimetleri tepip, nankörlük yapma!
Elbette dünyanın sonu virandır,
Mürtedler çoğaldı, âhir zamandır.
HOCA topladın mı, yola varmaya?
Merhemin var mıdır, yara sarmaya?
İki melek gelir, sual sormaya,
Elbette dünyanın sonu virandır,
Hainlik çoğaldı, âhir zamandır.
***
ÇÖPLÜKTE BİTEN GÜL KOKLANMAZ!..
Asırlarca birçok medeniyete beşiklik eden muhteşem tarihî şehir İstanbul; sanki bir masal diyarı. Tarih ve medeniyet kokan yedi tepeden her birini süsleyen çil çil kubbeler ve başı bulutlara değecekmişçesine yükselen minareler; birer antika biblo gibiydi. Edirnekapı, Karagümrük stadını ihata eden duvarların mor gölgeleri; Haliç’e inen caddeye düşüyor, nereden geldiği belli olmayan rüzgârla bir hoş olan martıların cıyaklamaları korna ve motor sesleriyle karışarak şehrin üstüne üstüne yağıyordu. DEVAMI YARIN

