Kaydet
a- | +A

Seneler dert üstüne dert, sıkıntı üstüne sıkıntı ilave etmişti. “Hiç kızmam, incitmem” dediği hayat arkadaşını, gözü görmüyordu bile!..

Çalışanlarla, müşteriyle uğraşmak kolay değildi. Hepsi de onları sıkıyor, boğmaya getiriyordu. "Ye iç, gez toz" denilen hayattan oldukça usanmaya başlamışlardı. Evladının mektebi imtihanları, her gün değiştirdiği arkadaşları… oğlan, kız münasebetleri… hanımının keyfî hareketleri, mesuliyetsizliği... İşin aslı; iki arada bir derede kalmış olan Abdullah Bey, fena bocalıyordu. Ticareti, hanımı, evladı ona ağır geliyor, nasıl baş edeceğini kestiremiyor, işin içinden çıkamıyordu. Canından can, kanından kan yavrusu iyi bir insan, hayırlı bir evlat olsun istiyordu ama ne mümkündü! Her taraf tuzak doluydu! “İyi biri olsun” demek ve istemek yetmiyordu.

Seneler dert üstüne dert, sıkıntı üstüne sıkıntı ilave etmişti. “Hiç kızmam, incitmem” dediği hayat arkadaşını, gözü görmüyordu bile. Münakaşalar kavgaya, kavgalar tabak, bardak kırmaya kadar uzamıştı. Ne olmuştu bunlara? Bir şeylerin gerisinde mi kalmışlardı? Devir mi değişmişti, yoksa onlar mı?

Yaralarım kanıyor,

Ciğerlerim yanıyor,

Şu Hoca ne kadar saf,

Kim ne derse kanıyor.

Abdullah Bey; istikbalini karanlık görüyor, hepten uykuları kaçıyordu. Biricik kara sevdalısı, hayat arkadaşıyla her gün küs dolaşıyorlardı. Oğullarıyla zaten köprüler çoktan atılmıştı. Herkes sebepsiz yere birbirini suçluyordu. Gizli gizli psikologlara gidiyor, haplar alıyor, tavsiyelerini aynen, harfiyen yerine getiriyor, yine de işin içinden çıkamıyordu. Hele doktorun “oğlunu serbest bırak” demesini hiç kabullenemiyordu. Bu ne biçim ilim adamıydı? “Kızını serbest bırakırsan ya davulcuya, ya da zurnacıya gider” atasözünü duymamışlardı galiba deyip hayıflanıyordu. Kız öyle de oğlan öyle değil miydi? Hırsından önündeki tahta parçasına vurdu, yere tükürdü. Bu hareketi; çaresizliğinin bir işareti miydi?

Öyleyse Abdullah Bey ne yapmalıydı? Aldığı psikoloji kitaplarını da okuyamamıştı. Okumak zaten zor geliyordu. Ümitleri hepten kırılmış, iyice bunalmıştı.

Gülen yüzler solmuş, “canım-cicim, hayatım, sultanım, aşkım…” kelimeleri hepten unutulmuş, yüzlerdeki tebessüm, gözlerdeki parıltı çoktan kaybolup gitmişti. O kocaman ev daraldıkça daralmış, sığmaz olmuşlardı. Teselliyi dışarıda arıyorlardı. Baba bir tarafa, anne başka bir yöne gidiyor, evlat ise kendi âleminde sabahlara kadar yeni arkadaşlarıyla teselli bulmaya çalışıyorlardı. Bunca sene sonunda, gece hayatı hem maddiyatlarını, hem de ruhlarını çökertiyor, hızla tükeniyorlardı da haberleri yoktu…

Bir akşam Abdullah; arkadaşları ile şehrin ana caddelerinde geziniyorlardı. İnternet kafenin önünden geçerlerken; “haydi, gelin chat yapalım” dedi biri. Yabancı değildi bunlara ama alâkasını çekmemişti hiç. Bilgisayarı ilk aldıklarında birkaç defa denemiş, katılanların yersiz ve densiz konuşmalarından sıkılıp bırakmıştı. Nedense bu sefer "hayır" diyemedi. İstemeyerek de olsa girdiler kafeye. Bir yandan çaylarını yudumlarken diğer yandan oradakileri seyretmeye başladı Abdullah. Belli ki arkadaşları bu işten büyük zevk alıyorlardı. Ne vardı bunda?

DEVAMI YARIN

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

ÖNE ÇIKANLAR