Camiden çıkmış üzüntüyle yürürken gözüne; bir evin duvarı dibinde yan yatmış bir cüzdan ilişti. Biraz tereddütten sonra eğilip alıverdi...
Cıvıldaşarak, neşeyle uçuşan kuşlar, tayaların üstünde, tezek kalaklarının deliklerinde, saçaklar altında ve çıplak ağaçlarda düşünceye dalmışlar gibiydi.
İnsan ruhunu okşayarak ılgıt ılgıt esen yel yerini, fırtınaya, tipiye bırakmaya hazırlanıyor. En mühimi ise her şeyini kaybetmiş Sıddık Baba’nın kapıya gelip çatan bu davetsiz misafire nasıl dayanacağıydı?
Bu düşüncelerle sokaklarda dolaşıyor, aklınca çareler arıyordu. “Ama nasıl?” dedi birkaç defa… Doluya dolduruyor taşıyor, boşa dolduruyor almıyordu. Hakikaten ne yapmalıydı Sıddık Baba?
Öğle namazını kıldığı camiden çıkarken, çıkıp çıkmamakta tereddüt etti. Çok üzgündü. Çünkü yarım asırlık hanımefendisi vefat etmiş, tarla çayır tam randıman vermemiş, düzeni bozulmuş, hiç parası-pulu kalmamıştı. Üstelik de kış bütün şiddetiyle gelip kapıya dayanmıştı. Kendisi neyse de ya yetimleri? Hiçbir şeyden haberi olmayan masum yavruları içini yakıyordu… Hâlbuki onlar evde yiyecek, giyinecek süslü elbiseler, ayakkabılar bekliyordu. “Anamız nerede? Niçin evimize gelmiyor? Bizim kaftanlarımızı kim dikecek? Ne zaman komşu kızlar gibi giyineceğiz?” Bu ve benzeri masum suallere verebileceği cevabı, diyebileceği sözleri yoktu! Velhasıl-ı kelâm çaresizlik belini bükmüştü.
Beş vakit namazını cemaatle kılmaya itina gösterirdi. Öğlen camiden çıkmış pek üzüntü ile yürürken gözüne; bir evin duvarı dibinde yan yatmış bir cüzdan ilişti. Biraz tereddütten sonra yanına vardı, eğilip alıverdi. Hafif araladı. Ağzına kadar para doluydu. Gayr-i ihtiyari gülümsedi. İlk aklına gelen şey evi, çocukları oldu. Artık onların eksiklerini tamamlar, mektebe kayıtlarını yaptırabilirdi. Eve gitmek için daha bir adım atmamıştı ki; içindeki bir ses:
“Ey Sıddık Baba! Sıddık Baba! Kendine gel! Daha henüz camiden çıktın, hani ahdin vardı! Evine haram götürmeyeceğine söz vermiştin Rabbine! Ne oldu da unutuverdin? Ne çabuk değiştin, nefsinden utanmıyorsun bari sakalından utan!”
Koyunum var, yünüm yok,
Derbederim ünüm yok,
Fukarayım hâlim yok,
Ağlamadık günüm yok.
“Sevinci kursağında kalmak” derler ya işte öyle olmuştu. Boğazı düğümlendi. Zar zor yutkundu. Nefesi kesilecek gibi oldu. Derin derin soludu, buz gibi terler döktü boncuk boncuk. Aklı başında mıydı, değil miydi? Garip hâl içindeydi. Hayallere daldı gitti…
İşi bozulmuş, meteliksiz bir adam, bu durumdan haberdar olmayan, bakmakla mesul olduğu ailesi ve “bu parayı kim kaybetti” düşüncesi içine bir kor gibi düşmüş, cayır cayır yakıyordu inançlarını, itikatlarını, uğruna her şeyi feda edeceği değerlerini.
“Şimdi namazdan çıktım. Nasıl olur da başkasına ait bir parayı alır, evime götürebilirim? Haram paradan çoluk çocuğuma nasıl yedirebilirim? Nasıl nasıl?”
Sıddık Baba, bu düşüncelerde nefsiyle muhasebede ve muharebedeyken, birinin telaş içinde yerlere bakarak geldiğini fark etti. Adam bir adım atıyor, dikkatlice yerlere bakıyor bir adım daha atıp yine duraklıyordu; sağa bakıyor, sola bakıyor bir türlü ilerleyemiyordu. “Bu cüzdanı kaybeden adam olmalı…” dedi. DEVAMI YARIN

