Bir insanın yapabileceği en güzel şey üzerine kul hakkı almadan yaşayabildiği dolu dolu ömürdür. En mühim yer ise aile yuvasıdır.
Farkındaysanız her birine kısa hikâyelerle değinip geçtim. Bu çabalar neticesinde yorulup yatağıma uzandığımda çektiğim tatlı uykular mükâfat olarak bana yeter zannediyorum. Okuyup kızanlar veya duâ edenler, hissiyatlarını yazanlar veya yazmak istemeyenler, kullandığım kalem ve defterler, defalarca parmaklarımla başına vurduğum bilgisayarımın sabırlı tuşları şahidim olarak kalsın; niyetim, fi sebilillah Allahü teâlânın rızasıydı.
Bir insanın yapabileceği en güzel şey üzerine kul hakkı almadan yaşayabildiği dolu dolu ömürdür. En mühim yer ise aile yuvasıdır. Her şeyin ilklerini orada yaşar, orada kök salar, filiz verir tomurcuğa durup nefis meyve verecek hâle yine orada geliriz.
İstisnaları saymazsak bizim medeniyetimizde aile çok mühimdir. Unutulması âdeta imkânsız gibidir. Nasıl unutabilir ki? En tatlı uykumuzu aile kucağında uyumuşuzdur, en lezzetli yemeğimizi annemizin elinden yemişizdir, en keyifli çayı orada yudumlamış, en huzurlu bayramları, en karşılıksız sevmeyi sevilmeyi, hürmeti, muhabbeti, hasretin en derinini aile ortamından uzaklaşırken tatmış, en mânidar telefon görüşmelerini, yazdığımız mektupları yine ailemizle yapmışızdır. Aile bitince de her şey ters yüz olur. İnsan artık o eski saf çocuk değildir, bundan sonra ömür boyu sürecek arayışlar, hasretlikler, acımasız mücadeleler başlayacak, dünyayı terk edene kadar da devam edip gidecektir.
Bu fırsatı çarçur edip ziyan etmek akıl alacak iş değildir. Bazen aksilikler duyuyorum çok garibime gidiyor. Yeri gelmişken söyleyeyim dedim. Yazacaklarım, söyleyeceklerim bu kadar olmasa da hani derler ya “Çok zenginlik haramsız, çok konuşmak yalansız olmaz!” durumuna da düşmek istemiyorum.
Hatıralara geri dönersek, aslında ondan hiç çıkmadık desem yalan söylemiş olmam. "Abd-i Aciz" aslında bir roman yazmamış, destan yazmış. Bu iddiamı destekliyor mu hatıralarım? Bunu söyleyemem. Acizane, kendi nefsimde günümüz insanlarının derdine çare arıyor ve bunu bu mücadelede buluyor; huzur ve saadetle dolu kardeş olabilmenin derdiyle dertleniyorum. Tipik bir mümin portresiyle duâlarınıza talibim.
Kapıyı açamadım,
Kuş olup uçamadım,
Sıkı tedbir almışlar,
Bir türlü kaçamadım!
Aralıksız esen rüzgâr, önüne kattığı sarı, turuncu güneş kavruk yaprakları sürüklüyor, yolunu kaybetmiş kelebekler misali havalarda uçuşturuyordu. Kendine has gösterişiyle sonbahar, gelip kapıya dayanmıştı. “Pek yakında soğuk, tipi boran, kar-kış herkesi ve her şeyi esir almış olacak” dedim. Bir zamanlar insanlarla dolup taşan sokaklar, sayfiye yerleri, harmanlar, bağ bahçe bostanlar şimdiden ıssız kalmış, bütün canlı adına ne varsa ağız birliği etmişçesine ayrılık hikâyeleri fısıldamaya başlamıştı.
“Hayattan eser kalmamış, her şey sisin, dumanın, sönük güneşin altında ezilerek kaybolmuş gibiydi. Daha dünün zümrüt yeşili yapraklar, nazlı nazlı salındıkları dallara veda edip sağda solda üvey evlat muamelesi görerek, mahlûkatın ayakları altında ezilmeye mahkûm olmuş...” diye söylenerek; mevsimle içinde bulunduğum hâl arasında bir bağ kurmaya çalıştım ne hikmetse. DEVAMI YARIN

