"Hayat geniş bir bahçeye benzer... yalnız sevincin çiçeklerini değil, acının da dikenlerini bir arada yeşertip büyütür!.."
Eski ve yeni binaların yan yana olduğu semtin sokak çeşmeleri; kabir taşları dantel gibi işlenmiş birer sanat eseriydi. Modern bir binanın çelik kapılı girişinden orta boy, orta yaşta biri çıktı. Moda olduğundan mı, yoksa kederinden mi ne kestane rengi saçı sakalı iyice uzamıştı. Bir şey arıyormuş gibi sağa sola bakındı. Derin bir; “ah!” çekip “çok fenayım, çook!” dedi, inledi.
Uzun yoldan gelmiş gibi yorgun, banklardan birinin üzerine yığılıverdi. Sıkıntı işareti olarak; uzun saçlarını parmaklarına doladı doladı bıraktı. Başını ellerinin arasına aldı. Aslında açık tenli olmasına rağmen güneşte çok kaldığından olsa gerek çıplak kolları, yüzü bronzlaşmıştı. Belli ki; pek kederliydi. Gayr-i ihtiyari başını kaldırdı, gelip geçen gemileri seyretti. Tanıdıklarından biri var mı diye dikkat kesilse de nafile, görünürde kimsecikler yoktu.
"Hayat geniş bir bahçeye benzer... yalnız sevincin çiçeklerini değil, acının da dikenlerini bir arada yeşertip büyütür! Geç de olsa bahçenin bir kısmından vazgeçmenin bahçenin bütününden vazgeçmek olduğunu anladım! Ya bütünüyle seversin veya terk edersin…” diye söylenerek oturduğu yerden kalktı, tekrar yürüdü. Ne oturması, ne de yürümesi iradesindeydi. Aklı ise hepten devre dışıydı…
Neden sonra birine gözü takıldı, kırpmadan öyle dakikalarca baktı. Aradığı işte oradaydı. Elinde olmadan gözlerini ovuşturdu. Göğsü daraldı, nefesi kesilecekmiş gibi oldu, zar-zor yutkundu. Bir şeyleri incitmemek için olsa gerek ağır adımlarla yaklaştı henüz ayrıldığı hayat arkadaşına. Helâllik isteyecek, saadetler dileyecekti güya! Yorgun başını kaldırıp o destan yazdıran gözlerine bakamadı. Utandı, kızardı, bozardı, terledi. İlk karşılaştıkları gün gibi hareketlerinde bir acemilik vardı lakin bu başkaydı… O zaman heyecandandı, şimdiyse utancından... Yer yarılsaydı da yerin dibine girseydi daha iyiydi. Muhatabının halet-i ruhiyesi de aynı olmalıydı ki onun da gözleri yerdeydi. Her şey daha güzel olabilirdi belki, ama olmadı, sadece cılız bir sesle; “ah” çekip ve ardına bakmadan koşarcasına uzaklaştı. Hem bütün mazisinden, hem de hayallerinden ve belki de istikbalinden…
Ters yönden bir yel esti,
Nedense çekti resti,
Kapattı kapıları,
Tam irtibatı kesti.
***
Gözleri kan çanağı ağlıyordu sadece Abdullah. “Kendi kabahatlarine mi, çok sevdiğini sandığı hiç sevmediğine mi, yoksa onları bu hâle getirenlere mi” onu ne kendi biliyordu ne de başkaları… Nasıl da bitivermişti bir anda her şey. “Bizim sevdamız; kırk su verilmiş çelik gibi, hiç bitmez” dedikleri hâlde bir kelimeyle sönüvermişti ocakları. Onca senelik koşuşturma, yanma, tutuşma, kavuşma mücadelesi birdenbire tarih olmuş ellerinden kayıp gitmişti.
Oysa birbirlerinin ne kadar yollarını gözlemiş, ne şiirler, destanlar yazmış, sevdalarını anlatabilmek için ne süslü cümleler seçmişlerdi. Onlar birbirlerini platonik aşk dedikleri bir hisle sevmiş, nice imtihanlardan geçip nice mânileri aşmış ve öyle evlenmişlerdi. DEVAMI YARIN

