Anadolu’nun “küçük” takımı, İstanbul’un bir “büyük” takımıyla lig maçına çıkmıştı.
Taşradan gelip, kalabalık seyirci karşısına çıkan her “küçük” takım gibi, o akşamki oyuncular da maçı kaybedeceklerini biliyordu.
Bilmedikleri, golün dakikasıydı.
O maçta “büyük” İstanbul takımı bir türlü gol atamıyordu.
İki puan kaybetmeye beş dakika kala, Anadolu takımının ceza sahasına dalan ünlü hücum oyuncusu, kaleciyle buluştuğu noktada kendini yere attı.
Tam bu sırada, kendini yere atan hücum oyuncusu, ayağa kalkarken dişlerini gıcırdatarak, yıkılmış hâldeki kaleciye şu cümleyi söyledi:
- Nasıl yedirdim?
Maç, bu penaltı golü ile bitti.
Hakeme penaltıyı “yediren” hücum oyuncusu akşam evine gittiğinde eşi, kendisini tebrik etti, penaltıyı yaptırdığı için…
- Keşke atışı da sen yapsaydın, niye bıraktın o yamyama, dedi.
Futbolcu:
Baba, sebebini sormadan hızlı adımlarla oğlunun odasına gitti.
Çocuk yatağının üstüne yan yatmış, sırtı kapıya dönük, dizlerini karnına çekmiş, duvara bakıyordu.
- Ne oldu oğlum, diye sordu baba, şefkatle çocuğun sağ kolunu tutarak.
Endişe ile tekrar eşinin yanına koştu futbolcu…
Eşi, soruyu beklemeden izah etti:
Gerçekten de o sabah Türkçe dersinden sınav vardı.
Futbolcunun oğlu, o güne kadar derste okudukları bir iki şiirin şairini sol avucuna yazmıştı. Basit bir kopyaydı. Üstelik heyecandan elleri titrediği için mürekkep dağılmış, okuması bile zor hâle gelmişti.
Ama Kaşıkçı Elması'nı çalmak üzereymiş gibi aşırı heyecanı, kürsüde oturan kadın öğretmenin bütün dikkatini ona çekmişti.
Öğretmen, başka yere bakıyormuş gibi yapıp, kartal gibi hücum etmeyi bekliyordu.
Nitekim çocuk elinin içini açınca kürsüden hızla indi hoca.
Çocuğu bileğinden yakalayıp elindeki cetveli kapalı parmakların arasına geçirerek zorla açtı.
Sessizce öğrencinin önündeki sınav kâğıdını alarak kürsüye döndü.
Özel bir kolejdeki bu öğretmen, futbolcunun gündüz maçında aldattığı hakemin eşiydi.