“Bazı muteber âlimler niçin sosyal medyada veya televizyonda inanç üzerine yapılan tartışmalara katılmıyorlar?”
Bu soruyu kendi kendime çok sordum. Onlar da çıksın, çatır çatır konuşsunlar ve muhataplarını mat etsinler istiyordum. Bu konuda çeşitli ortamlarda gereksiz ve haddimi aşan konuşmalar da yapmışımdır maalesef.
Ama son dönemde ateistlerle dindarların yumruk yumruğa atışmalarını takip ettikçe, fikrim değişti. Bu tavrın bir kaçış değil, ilmin kutsiyetini ve izzetini muhafaza etme gayreti olduğunu anladım. Ekranla araya koyulan mesafenin, bir hikmet ve basiret meselesi olduğunu fark ettim.
Artık şöyle düşünüyorum: Kutsalın pazarlandığı, inancın tüketim malzemesine dönüştüğü bir dönemde kenarda durmak bir tercih değil, mecburiyettir. Niye biliyor musunuz? Çünkü gerçekten ilim sahibi olanlar, o bilgiyi nasıl aktaracaklarına dair bir usul, üslup ve edep de öğreniyorlar. Sosyal medyanın kuralsız, fütursuz ve üslupsuz iklimini görünce de fayda yerine zarar vermekten çekiniyor ve kenara çekiliyorlar.
İyi de gençler sosyal medyada. Herkes kendisini geri çekerse bu iş nasıl olacak?
Bu da haklı bir soru belki ama çarşı karışmışsa, herkes orada diye tezgâh açmanın da bir âlemi yok. Liyakat sahibi kuyumcu elindeki mücevheri uygun ışıkta, uygun insana ve uygun üslûpla sunar. Semt pazarında çığırtkanlık yaparak değerini düşürmez!..
***
Gerçekten seviyeli bir şekilde tartışan ve faydalı olanlar yok mu? Var elbette ve takdir edilecek işler yapıyorlar. Ama biraz geri çekilip bakınca şöyle bir tehlike görünüyor: Gençler dinî konularda bir karar vermeye çalışırken bu tartışmaları referans almaya başladılar. Düzenli olarak münazara seyrediyorlar ve maçı kim kazanırsa o tarafa doğru meylediyorlar.
Ve hakikat, performansın gölgesinde kalıyor.
Çünkü algoritmaların yönlendirdiği platformlarda, "doğru" olan değil, "viral" olan kazanıyor. Popüler kültür itidali değil, aşırılıkları ödüllendiriyor. Kim daha yüksek sesle bağırırsa, kim daha iğneleyici caps yaparsa, kim daha hızlı ve sert vurursa o kazanıyor.
Yani “Erkeksen çık karşıma, tartışalım” diyeceksin. Tartışırken sesini yükselteceksin. Seyredenler, “Uf be, ne biçim laf koydu ama!” diye heyecanlanacak. Yorumlarda küfürler alt alta dizilecek. Sonra böyle bir ortamdan inançla ilgili kaliteli bir münazara çıkacak da seyredenler faydalanacak.
Mümkün mü? Değil elbette.
***
Bir diğer mesele de şu: Sosyal medyaya giren dervişin fikriyle zikri arasında ister istemez bir mesafe oluşuyor.
Şöyle ki adam bir gün ateizme karşı öfke dolu, saldırgan bir retorikle ekrana çıkıyor. Ama takipçilerinden linç yiyince, ertesi gün "Aslında ben öyle biri değilim" mesajı vermek için yumuşuyor. Sonra bir yayın daha açıp ateist birisiyle "aynı düzlemde" buluşmaya çabalıyor.
Sonuç olarak da birbirine tamamen zıt ontolojik temellere sahip iki dünya görüşü, suni bir hoşgörü dekorunda birbirini onaylayıp duruyor.
"Burada aslında seninle aynı noktadayız" deniliyor. "Evet, seni çok iyi anlıyorum. Ben de aynı şekilde hissediyorum" diye olumlamalar yapılıyor. Yani dostlar münazarada görsün hesabı dindarlar ateistler birbirini oyalıyor.
Kusura bakmayın ama bu ne entelektüel dürüstlüktür ne de gerçek bir diyalog. Bu, reyting için verilmiş tavizlerin, izlenme kaygısının, beğeni ekonomisinin dayattığı sahte bir uzlaşmadan başka bir şey değildir!
“Ne kadar açık görüşlü ve hoşgörülü bir adam” desinler diye her konuda uzlaşmaya çalışmak, yozlaşmayı getirir. Önemli konular netlik ister. Çakırkeyif, yalpalayan ve karıncalı görüşlere yer yoktur.
Zaten son dönemde başımıza gelen musibetlerin piyasaya çıkış stratejilerine bakın.
En sık kullanılan iki kelime; hoşgörü ve diyalogdur.
Salih Uyan'ın önceki yazıları...