İmanı yiyen virüs!

A -
A +
Kuramer’de yayımlanan, Montgomory Watt’ın “Muhammed Mekke’de” kitabından alıntıladığım -hâşâ- “Kur’ân-ı kerim Allah kelamı değildir. Peygambere beşer bir öğretmen tarafından yazdırılmıştır” şeklindeki ifadeleri, Cuma Divanı köşemde kaleme almamla birlikte, bilhassa ilahiyat fakültelerinde okuyan birçok talebeden bu yönde sorular ve açıklamalar gelmeye başladı. Bu genç kardeşlerim, bir kısım tefsir hocalarının maalesef bu tür fikirlerle dolu olduğunu hep müsteşriklerin ve bu mealde söz söyleyen hocaların kitaplarını tavsiye ettiklerini belirttiler.
Gerçekten acınası bir durum. Felaket bir hâl. Virüs çıktığında evinize kaçıyorsunuz! Peki bu imanı öldürücü fikir virüsünden kime sığınacaksınız? Kime kaçacaksınız? Her gün bunları dinlemeye mecbur kalan, bu felaket virüsüyle beslenen insanlar ne olacak? Bu tür hezeyanlar karşısında susanlar ne zaman konuşacak? Kabirde mi savunacak!
Aslında bugün bir kısım ilahiyatçıların ortaya attıkları bu ahmak ve alçakça fikirler yeni değildir.
Zira Kur’ân-ı kerimin Allah kelamı olmadığı iddiasını ilk olarak Allah’a inanmayan, putlara tapan Mekkeli müşrikler ifade etmişlerdir. Resulullah aleyhisselam peygamberliğini tebliğe başladığında puta tapan bu müşrikler, bir yetimin Peygamber olabileceğini kabullenemediler. “Peygamber gelse asil, zengin, güçlü, kudretli birine gelmesi lazımdı” diyerek iman etmediler. İnat ve gurur sebebiyle bu iddiaları ortaya attılar.
İslamiyet’in gittikçe güçlenmesi, üç kıtaya yayılması, Müslümanların büyük ve kudretli devletler kurması, dünyaya ilim ve medeniyet ışıkları yayması ile birlikte İslam düşmanları da metotlarını değiştirdiler. Yahudi ve Hristiyanlar, üniversitelerinde “İslami araştırmalar” adı ile enstitüler kurdurdular. Kendileri felsefe yoluyla dinlerini yüzlerce parçaya ayırdıkları gibi İslamiyet’i de bu yolla bozma faaliyetine giriştiler. İslam’ın en azılı düşmanlarını İslam araştırmacısı diyerek İslam ülkelerine pazarladılar. Üniversitelerinde araştırmaya gelen Müslüman gençleri de bu usul ve metodlar çerçevesinde İslam’ı değerlendirmeye tabi tuttular. Ciltlerle eserler yazdılar. Bazen bizi bizden fazla övdüler. Fakat bu eserlerin içine İslam usulünü yıkan bir cümle yerleştirmekte pek mahir idiler.
Bu sayede önce Ehl-i sünnet âlimlerine olan inancı yıktılar. “Mezheplere gerek yok” diyerek doğru itikat ve inanışa götüren yolları bozdular. Yeni yollar döşediler. Fakat bu yeni yollar ve usuller sadece adı İslam olan fakat İslamiyet’le hiçbir alakası bulunmayan noktalara varıyordu.
Nitekim çok geçmeden hedeflerine Peygamber Efendimiz’i aldılar. Hadîsler üzerinde şüphe tohumları saçtılar. Nihayet işi Kur’ân-ı kerime karşı saldırıya kadar vardırdılar. Fakat şurası o kadar acı ki bu müsteşrikleri takip eden bizdeki din yobazları onları fersah fersah geçiyordu. Adamlar geriden bakar hâle geliyordu. İsimlerinin başına “Doçent”, “Profesör” etiketleri takmakla sanki o işin allamesi kesiliyorlardı.
Hâlbuki ortaya attıkları fikirler Mekkeli müşriklerin iddiaları ile tıpatıp aynı idi. Sadece birincisi açıkça elde, diğeri ise on kat ambalajlanarak sunulmuş imanı yok edici bir zehir! Neticede ikisi de -hâşâ- Kur’ân-ı kerimin Allah kelamı olmadığı iddiasını taşımakta ve dini ifsat etmektedir.  
 
 
Kur’ân-ı kerim Allah kelamıdır!
 
Oysa aziz olan Allahü teâlâ onların ve kıyamete kadar bu safsataları iddia eden ve edeceklerin düşüncesini nice âyetlerle çürütmüş fasit ve temelsiz olduğunu açıkça bildirmiştir. Onlardan bazıları şunlardır:
İsra suresi 88. âyetinde insanlara ve cinlere, bu Kur’ân’ın bir mislini getirmeleri için meydan okumuştur:
“(Ey Muhammed!) De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere İnsanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine yardım da etseler, onun bir benzerini yine getiremezler.”
Bu âyette insanlar ve cinlerin özellikle belirtilmesinin sebebi, meleklere değil onlara meydan okuduğu içindir. Çünkü Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu inkâr edenler onların içinden çıkmaktadır. Yoksa Kur’ân-ı kerimin benzerini Allahü teâlâdan başka hiçbir varlık meydana getiremez.
Sonra Hud suresi 13. âyetinde:
“Yoksa senin için Kur’ân’ı uydurdu mu diyorlar? Onlara de ki: O hâlde, eğer iddianızda samimi iseniz, uydurma olarak, siz de onun sûreleri gibi on sûre getirin ve gücünüzün yettiği Allah’tan başka kimseleri de yardıma çağırın.”
Cenâb-ı Hakk Bakara suresi 23 ve 24. âyet-i kerimelerde ise onlara bu defa sadece bir sûre getirmeleri konusunda meydan okuyarak şöyle buyurmuştur:
“Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan şüphe içindeyseniz, haydi onun (sûrelerinden birisi) gibi bir sûre getirin, bunun için Allah’tan başka şâhidlerinizi de (yardıma) çağırın; eğer sözünüzde doğru kimseler iseniz. Eğer bunu yapmazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- artık yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.”
Onlar bütün bu davetler karşısında aciz kalmışlar bu işe girişenler de gülünç olmuşlardır. Hâlbuki Allahü teâlânın meydan okuduğu bu insanlar, dillerini en iyi şekilde kullanan kimselerdi. Ayrıca Kur’ân-ı kerim onların dilinde inmişti. Hakk’ın bu meydan okuyuşu tarihte yerini almış, insanlardan hiç kimse bunlardan birini getirmeye güç yetirememiştir.
Bunlar şunu da bilmeliler ki Cenâb-ı Hakk yüce Kur’ân’ın korunmasını kefaleti altına almıştır. Hicr sûresi 9. âyetinde;
“Kur’ân’ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz” buyurmaktadır. Gözle görülmeyen bir virüsle dünyayı çepeçevre sarıveren Allahü teâlâ, kendisinin verdiği akılla kendisine savaş açan zavallılara öyle bir musibet verir ki bu sille-i Rabbani’yi ne zaman nerede yediklerini anlayamazlar!
Bütün bu âyetlere rağmen bazıları hem de Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinde -hâşâ- “Kur’an-ı kerimi Resulullah değiştirdi.”, “Kuran-ı kerimdeki kıssaları Resulullah koydu” ve nihayet, “Kur'ân-ı kerimdeki bazı ifadeler Allah beyanı olamaz Resul sözüdür...” gibi ifadeler kullanmaktadır. 
Bu sözler, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hatemü’l-Enbiya Şanlı Peygamberimiz için çok çirkin bir iftiradır. Üzerinde durmak bile gerekmez. Sadece bir âyet meali aklı idraki ve iz’anı olan için yeter: “Eğer O (Peygamber) bize atfen, (Kur’an’a) bazı sözler uydurmuş olsaydı, biz onu kıskıvrak yakalardık. Sonra da onun şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.” (Hakka sûresi 44-47).
Buna rağmen bu ahlaksız cüreti göstermiş ve göstermekte olanlar acı akıbetlerine hazır olsunlar.
 
 
İlmî bir münazara!
 
Adının önüne koyduğu bir etiketle kendisini allame gören bu fikir cücelerine İslam âlimleri de her tür cevabı vermişlerdir. Çok çarpıcı olması bakımından ben bir de anekdot nakledeceğim... Bağdat Valisi Sırrı Paşa (v.1895), “Sırr-ı Furkân” isimli tefsir kitabında bir hatırasını şöyle nakletmektedir:
Bu kitabımı yazmadan bir sene önce, Diyarbekir’de, bir cuma günü, şehrin ileri gelenleri ile oturuyorduk. Arabî dilinde ve din bilgisinde derinliği ile tanınmış olan meşhur Keldânî papazı Abd-i Yesû da aramızda idi. Misafirim olan Musul Valisi Muhammed Reşid Paşa’ya yanımdakileri takdim ederken, Abd-i Yesû için de “Arab edebiyatında pek derindir” demiştim. Bu ifadem üzerine belâgat hakkında çok konuşuldu. Sonraları dilden, kavimciliğe geçildi. Bu sırada, vaktiyle, Beyrutlu bir Îsevî ile aramızda geçen bir konuşmayı, bunlara anlattım:
-Herkes kendi kavminin büyükleri ile öğünür. Siz de Arab oğullarısınız. Size sorsalar ki, büyük devlet kurmak, ilim, sanat ve belâgat bakımından en büyük adamınız kimdir? Ne cevap verirsiniz, demiştim. Beyrutlu Hıristiyan da, hemen;
-Muhammed aleyhisselam demeğe mecburuz, demişti, dedim ve Abd-i Yesû’ya dönerek; 
-Size sorsaydım, ne derdiniz, dedim. 
Abd-i Yesû;
-Evet, büyük devlet kurmak, medeniyete hizmet bakımından, Arab'ın en büyük, en meşhur adamı O’dur derim. Fakat Muhammed'in (aleyhisselâm) Arab'ın en fasih konuşanı olduğunu kabul etmem. Çünkü bunu gösterecek bir eseri yoktur. Kur’ân’ı gösterirseniz, ‘Kur’ân, O’nun sözü değildir!’ diyorsunuz. Kur’ân’ın çok fasih, pek beliğ olması, O’nun fasih ve beliğ olmasını göstermez. Evet, O, beliğ ve fasih idi. Fakat O’nun gibi, başkaları da vardı. Mesela, Ali’nin (radıyallahü anh) sözleri gösteriyor ki, bu da, O’nun gibi fasih ve beliğ idi. İslâmiyet’ten önce Ümrü’l Kays ve Kus bin Saîde’nin şöhretlerini hepimiz biliyoruz. Hatta Kus bin Saîde’nin hutbesini, Muhammed (aleyhisselâm) de beğenmişti, dedi. 
Bu sözü dinleyenler, birbiri ile konuşmaya, bir gürültü sezilmeye başladığından, ayağa kalkıp;
-Şimdilik kimseden yardım istemiyorum. Lütfen rahat olunuz, dedim. Herkes sustu. Şöyle sordum: 
-Şu ânda, din hissiyatımızı bir yana bırakıp, ilmî ve ciddî konuşalım! Kur’ân-ı kerim için siz ne dersiniz? Kur’ân-ı kerim kimin sözüdür? 
Abdi Yesû bu sualime:
-Kur’ân’ı, Muhammed (aleyhisselam) arkadaşları ile yaptı, diyerek cevapladı. Sonra da konuşma şu minval üzere devam etti.
Ben: Geçenlerde, valilik emrim okununca, siz Arapça bir dua yapmıştınız. O duayı başkası yazıp size verdi deseler, susar mısınız? O: Susmam, ben yaptığımı söylerim. 
Ben: Niçin? O: Çünkü bu duayı ben hazırladım. 
Ben: Hakkınız var. Beş beyitlik bir gazel yazan kimse bile, bir beytinin çalındığını görse, çalanın cezalanmasını ister. Herkes eseri ile öğünür, değil mi? O: Evet. 
Ben: Sizin o duanızdan daha güzeli yapılabilir mi? O: Evet, yapılabilir. 
Ben: Sizin duanızla, Kur’ân-ı kerim arasında fesahat, belâgat bakımlarından fark var mı? O: Elbette, hem de pek çok. 
Ben: Arap edipleri ve dost-düşman ilim adamları uğraşarak, Kur’ân-ı kerim gibi söyleyememeleri,  Kur’ân’ı yazanlar için büyük bir şeref olmaz mı? O: Elbette olur. 
Ben: Böyle, yüksek bir eseri, sâhibi başkasına bağışlar mı? Muhammed aleyhisselâm, “Bu Kur’ân, Allah kelâmıdır. İnanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyiniz! Söyleyemezsiniz!” buyurdu. O kadar düşman oldukları, el ele verip uğraştıkları hâlde söyleyemediler. Kimisi belâgati, i’cazı görür görmez iman etti. Kimisi, ‘insan bunu söyleyemez’ diyerek, ister istemez tasdik etti. Muhammed aleyhisselâm, bunu birkaç kimse ile birlikte yapmış olsaydı, düşmanlar da bir araya gelerek, bunun gibi yapabilirdi. Çünkü Müslümanlarda olduğu gibi, kâfirler arasında da, kuvvetli edip, fasih kimseler vardı. Sonra, bununla meydan okurken, malı, mülkü, mevkii ve hükûmeti yoktu ki, yardımcılarını bunlarla susturdu denilsin. Kur’ân-ı kerim, Tevrat, Zebur ve İncil gibi, topluca meydana konmadı ki, yardımcıları, bu eserlerin böyle kıymetli olacağını önceden düşünememişlerdi, sonradan pişman oldularsa da, iş işten geçmişti denilsin. Kur’ân-ı kerim yavaş yavaş yirmi üç senede indi. Her âyet gelince, herkes hayran kalıyordu. Yardımcıları olsaydı, ne kadar sabırlı, fedakâr olsalar da, kendi eserlerinin, böyle şan ve şerefini görüp de, yirmi üç sene seslerini çıkarmaz, susabilirler mi idi? 
O: Sözün doğrusu, Kur’ân’ı, Muhammed (aleyhisselâm) yalnız kendi yapmıştır. 
Ben: Kur’ân-ı kerimi siz, nasıl buluyorsunuz? O: Çok fasih, pek beliğ, hikmet dolu. 
Ben: Demek, bunu yapan hakîm olmalı. O: Evet. 
Ben: Demek ki, Muhammed aleyhisselam hakîm idi. O: Şüphesiz hakîm idi. 
Ben: Yalan söyleyen hakîm olur mu? O: Olmaz. 
Ben: Muhammed aleyhisselamın hakîm olduğunu söylüyorsunuz ve hakîm, doğru söyler diyorsunuz. Zaten, bütün Hristiyanların, Onun doğru olduğunu bilmesi lâzımdır. Çünkü Mardin köylerinden birinde bulunan “Deyr-i Za’ferân” adındaki büyük kilisede, Nasârânın Arabî yazılmış tarih-i mukaddes kitabından birinde, “Muhammed aleyhisselama peygamberliğinden evvel herkes, emin olan Muhammed derdi. Çünkü doğruluğu ile meşhur idi” okumuştum. İşte, o doğru sözlü Muhammed aleyhisselam, bize haber verdi ki, “Kur’ân-ı kerim, insan sözü değildir. Allah kelâmıdır”. Buna ne dersiniz? Hayır, inanmam derseniz, onun hakîm olduğuna da inanmamış olursunuz. Hakîm idi, sözünde duruyorsanız, Onun sözüne de inanmanız lâzım gelir. 
O: Doğrusunu istiyorsanız, Muhammed (aleyhisselam) Peygamber idi. Fakat yalnız Arapların Peygamberi idi. 
Ben: Teşekkür ederim. Şüphe bulutları sıyrılıp, hakikat ışıkları parlamaya başladı... Hakîm yalan söylemez dediniz. Peygamber hiç yalan söyler mi? O hiç söylemez. Öyle ise, Muhammed aleyhisselamın bütün insanlara, her millete de Peygamber olduğuna inanmanız lâzımdır. Çünkü O bize; “Ben bütün insanların ve Cinnîlerin hepsinin Peygamberiyim” diye haber veriyor. Buna ne dersiniz?
Birkaç saniye durduktan sonra, kalkıp gitti ve bir daha yanıma gelmedi...
Hak ve hakikat güneş gibi parlak ve meydandadır. Elbette görebilene ve kalbi mühürlü olmayana!..
 
 
TEFEKKÜR
 
Cehûle şan mı verir cehlin eylemek izhâr
Niçin muârız olursun me’âli anlamadan
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.