Claude Roth'u tanımayanınız var mı? Mutlaka vardır... Efendim, kendileri Alman Federal Meclisi Yeşiller Partisi'nin milletvekilleri olurlar... Yine kendileri, Türkiye ile çok yakından ilgilenirler. Bizi çok severler(!)... Kendileri bazı kesimlerin çok iyi dostudurlar... Ülkelerindeki Türk vatandaşlar, ikinci sınıf muamelesi görürken buna aldırmazlar ama gelip bizim ülkemizde o nazik burunlarını her işe sokarlarlarlar... Türkiye aleyhinde ülkesinin hükümetine ve AB'ye sunduğu raporlar da ünlüdür... Onun raporlarına göre, Türkiye'nin yaptığı tek bir hayırlı iş yoktur. Türkiye ne yaptıysa ve yapacaksa hep kötüdür, hep yanlıştır... Ülkemizde bir hayli hayranı (!) ve dostu (!) bulunan Roth hanımefendiye göre, Türkiye'de işkence vardır, zulüm vardır, baskı vardır ama mesela demokrasi yoktur, özgürlük yoktur. (Oysa kendileri gelip topraklarımızda istediği gibi cirit attıklarını unutmaktadırlarlarlar...) İşte bu hanımefendi, şimdi işi gücü bırakıp, bu sefer burnunu bizim Süper Ligimize sokmuşlar... Ve buyurmuşlar ki; "Ben de Karakartallıyım. Beşiktaş'ın bu yıl şampiyon olmasını istiyorum." (Kendileri bu konuda zahmet etmesin; Federasyon ve hakemler o işi hallediyor zaten...) Efendim, yine kendi ağızlarından öğreniyoruz ki, bu hanımefendimiz bir İ. Mansız hayranıymışlar... Ve Roth hanımefendimiz İ. Mansız için şöyle demişler: "Aslında ben İ. Mansız'ı en yakışıklı Alman futbolcusu sayıyorum." (Ne demekse!..) Roth'un ne biçim Türkiye hayranı (!) olduğunu bilmeyen yok. Alman hükümetine ve AB'ye verdiği raporlar ortada... Ancak söylediği şu son sözler gösteriyor ki, Beşiktaş sayesinde artık bizi daha çok sevmeye (!) başlamış. Bence bu fırsatı kaçırmamalıyız arkadaşlar... Ankara'ya, Futbol Federasyonu'na, hakemlere ve bilcümle bu işle ilgili kim varsa herkese sesleniyorum: Aman gözünüzü seveyim, Beşiktaş bu yıl şampiyon olsun. Eğer Beşiktaş şampiyon olamazsa bizim AB üyeliğimiz de hayal olur. Hatta Roth'un bu konuda AB'ye vereceği raporu bile şimdiden tahmin edebiliyorum: "İ. Mansız'ın oynadığı Beşiktaş takımı bu yıl şampiyon olamadığı için Türkiye'nin üyeliğinin en az 100 yıl daha askıya alınması..." Beşiktaş şampiyon, lokum gibi AB raporu... Benden söylemesi abi... Yoksa daha çok Brüksellere gidip gelirsiniz... Baykal ve Uzan'a hodri meydan! Hadi bu hafta biraz beyin jimnastiği yapalım. Hem "yenilen pehlivan güreşe doymaz" timsalinin en güzel örneği Deniz Baykal hem de "muhalefet yapmayı gazetelere ilan vermekle sınırlı tutan" Cem Uzan, ne zaman ağızlarını açsalar, diyorlar ki: "Seçime şu kadar insan girmemiştir. AKP de giren seçmenin oylarının bir kısmını alarak iktidara gelmiştir. Dolayısıyla milli irade tam olarak Meclis'e yansımamıştır." Peki! Baykal ve Uzan'ın dediklerini bir an için "kesin doğru" kabul edelim. Hatta, Erdoğan'ın siyaset tarihimizde ender görülen "seçim başarısını" görmezlikten gelelim. (Ha, bu arada söyleyeyim; AKP'ye bayıldığım falan yok. Sadece eğri oturup doğru konuşalım, o kadar.) Malumunuz önümüzdeki yıl yerel seçimler var. Tabii ki, bütün partilerin öncelikli hedefi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı kazanmak... Baykal Cem Boyner'i düşünüyormuş İstanbul için... Uzan da Gürtuna ile görüşmüş; ama netice yokmuş... Bu arada Gürtuna da Erdoğan ile temasa geçmiş ve söylentiye göre Erdoğan bir süredir "soğuk" durduğu Gürtuna'ya adaylık için "olur" vermiş... Neyse, bu yöndeki gelişmeleri ileride daha çok okuyup yazacağız... Benim söylemek istediğim asıl konu başka... Şimdi ben diyorum ki; ne şu ne bu... Sayın Baykal ve sayın Uzan beyefendilere açıkça teklif ediyorum: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için hem siz hem de Erdoğan aday olsun... Neden diyeceksiniz? İstanbul, şu anki yapısıyla "mini bir Türkiye" değil mi? Bu şehirde 81 milletten insan yaşamıyor mu? İşte tam millet iradesinin yansıması için Baykal ve Uzan'a tarihî bir fırsat... Madem 3 Kasım seçimlerinin sonucu içinize sinmiyor sayın Baykal ve sayın Uzan; buyurun yerel seçimlere, Erdoğan'a "boyunun ölçüsünü" gösterin. Madem Erdoğan'ın (seversiniz sevmezsiniz o ayrı konu) aldığı oy oranını küçümsüyorsunuz; işte size, ona ders vermeniz için en uygun ortam... "Mini Türkiye" İstanbul'da bu işi hallediverin... Manzaraya bakar mısınız? İstanbul için Erdoğan, Baykal ve Uzan aday... Üff be!.. Erdoğan'ın bu teklife "hayır" diyeceğini zannetmiyorum. Ama Baykal ve Uzan ne der onu da kestiremiyorum. Yalnız bu teklifi yapan biri olarak bir şartım var: Yenilen siyasetten elini eteğini çekecek. Çünkü millet de ben de bıktım artık; bu kısır ve sırf muhalefet yapmış olmak için muhalefet yapma tafralarından... Parama yazık oldu Meşhur türküdür, bilirsiniz... "Şu Metris'in önü/bir uzun alan/bir tek seni sevdim/gerisi yalan..." diye başlar, uzar gider... Her dinlediğimde de, beni alır, bir yerlere götürür getirir... Matrix filminin cuma günü vizyona giren devam filmini seyrettikten sonra bu türkü aklıma geldi... Ben de türküyü, "Şu Matrix'in içi/bomboş bir alan/param boşa gitti/gerisi yalan" yapıverdim... Film neresinden bakarsanız bakın bomboş... Her zaman söylerim; seri filmlerin daima birincisini severim. Çünkü onda olan tat sonrakilerde yoktur, derim. Matrix'in devamı da aynen böyle işte! Bol bol dövüş, başka bir şey yok... Ünlü yönetmen Sinan Çetin, filmi seyretmeye dayanamamış yarısında salonu terk edip gitmiş. Ben ondan sabırlıyım demek ki, hepsini seyretmeye dayanabildim. Mesela bir sahnede Neo, neredeyse 100 kişiyi tek başına götürüyor. Bu sahneyi seyrederken gülesim geldi ve Cüneyt Arkın'a ne kadar haksızlık ettiğimizi düşündüm. Cüneyt abim de filmlerinde 30-40 kişiyi tek başına ve bir kılıçla yere seriyordu ve biz de "böyle şey olur mu?" diye dalga geçiyorduk. Kusura bakma Cüneyt abi; senin filmlerin daha gerçekçiymiş... Açık söyleyeyim; filme verdiğim paraya yazık... İki oğlum var; bazen onları karşılıklı video oyunu izlerken görürüm, oturur seyrederim. O kadar heyecanlanırlar ki, neredeyse birbirleriyle kavga etme noktasına gelirler... Samimi söylüyorum, Matrix'i izlerken onların oyununu seyrettiğimde duyduğum heyecanı yaşamadım. Tam boş kafalara, boş beyinlere layık bir efekt gösterisi... Başka hiç bir şey değil... Filmi hâlâ görmeyenler için söylüyorum; bana sorarsanız paranıza yazık... Ama paranız bolsa, diyeceğim bir şey yok tabii... Manavgat suyu Siyaset işleri böyledir... Dün söylediğini bugün unutursun, hatta kimliğini bile inkar eder noktaya gelirsin ve bununla da övünürsün... Onun için Demirel'in sözü sadece Türk siyaset tarihine değil dünya siyaset tarihine geçecek güzellikte ve ibretliktedir: "Dün dündür, bugün bugündür..." Muhalefetten iktidara geçtiğinizde, perde arkasında öyle şeyler olur ki; siyah girdiğiniz perdenin arkasından perde önüne geçtiğinizde bir de bakmışsınız beyaz olmuşsunuz. Siz de bir seçmen olarak, "Bu ne iş?" diye soracağınız yerde, gidip kuzu kuzu oyunuzu atarsınız... Mesela, geçmiş hükümet döneminde M1 tanklarının modernizasyonunun milyon dolarlık rakamlarla İsrail'e verilmesini gazetelerde şöyle bir okuyan seçmen; Rusya, Almanya, ABD gibi bu konuda teknolojinin zirvesindeki ülkelere bu işin neden verilmediğini merak etmez. Onların görevi bellidir çünkü; kuzu kuzu gidip oy vermek... Mesela, seçmen, bu sefer de bu hükümet döneminde Manavgat suyunun ne diye İsrail'e verilmeye çalışıldığı konusunda fazla kafa yormaz. Oysa, kafayı biraz yorsa, şunu soracaktır Ankara'dakilere: "Onlar benim verdiğim suyla hayat bulup Filistinlilerin hayatını sona erdirirken, ben burada hangi vicdanla ve nasıl rahat uyuyabileceğim?" Dedim ya, onların görevi bellidir; kuzu kuzu gidip oy vermek... Mesela, ne gariptir ki, kel alâka bir durum olmasına rağmen, durup dururken, bir hükümet üyesinin, temel felsefesi İslamiyet'i yok etmek üzerine kurulu "siyonist" Bilderberg toplantısına katılmasına da seçmen, bir anlam verememektedir... Çünkü daha attığı oyun nereye gittiğini bilmemektedir ki; Bilderberg'in kendi dini, yaşayışı, geçmişi ve daha da önemlisi geleceği için ne anlam taşıdığına kafası bassın!.. Ve bu seçmenin, şu saatten sonra şunu sormaya da hakkı yoktur artık: "Ben ne zaman refah içerisinde ve adil bir şekilde yönetileceğim?"