İnsan dediğimiz mefhum, yalnızca nefes alan bir et yığını değil; Hak ile halk arasında kurulmuş bir köprüdür. Ve her köprü gibi, bir tarafı semaya, bir tarafı toprağa basar. Eğer bu denge bozulursa, insan dediğimiz varlık ya hayvanlığın zincirlerine düşer ya da ilahi fıtratından uzaklaşır. Bugün Gazze’de cereyan eden hadise, yalnız bir coğrafya değil, işte bu terazinin kırıldığı, terazinin kefelerinin paramparça olduğu bir çağ fotoğrafıdır.
Gazze; kanla yazılmış bir yoklama kâğıdıdır insanlık için. Orada açlıktan ölen bir çocuğun kemikleşmiş bedeniyle birlikte, aslında bizlerin sineleri, akılları, hatta vicdanları çürümeye terk edilmektedir. Çünkü bir çocuk yalnızca açlıktan ölmez; bazen dünya sessiz kaldığı için de ölür.
İşte en büyük cinayet budur: Sessizlik. Zira zulüm, yalnızca zalimle değil, seyirciyle mümkündür.
Gazze bir harita değildir. Bir şehir, bir kamp, bir kuşatma değildir sadece.
Gazze, milletlerin kalbini ölçen bir terazidir. Gazze, devletlerin hakikat karşısında ne kadar susabildiğini gösteren bir sınavdır. Ve Gazze, insanların sadece açlıkla değil, merhametsizlikle nasıl yok edildiğini gösteren bir ibrettir.
Biz bugün, çağdaş dünyanın hangi çukura düştüğünü değil, aslında hangi zirvelerden ne kadar hızlı yuvarlandığını seyrediyoruz.
Uluslararası toplum dedikleri şey, tabansız bir saraydır: Görkemli ama çürük. Birleşmiş Milletler denilen yapı, adını yitirmiş, kelime anlamına küsmüş bir gölgeden ibarettir. “İnsan hakları” kavramı, artık zenginin ve güçlünün sofrasındaki tuz kadar değersizdir.
Oysa insanlık bir vakitler, her yetimin başını okşayan bir peygamberin ümmetiydi. Ümmet şimdi, aynı çocuğun açlıktan ölmesini diplomatik bir sorun olarak tanımlıyor. Kalbini diplomasiyle ikame eden hiçbir millet, Hak katında meşru kalamaz.
Zira millet, yalnızca sınırlarla çevrili toprak değildir. Millet, vicdanla çevrili idrak ve inanç bütünlüğüdür. Bir milletin ruhu öldü mü, o millete ne kalkınma, ne silah, ne de servet çare olur.
Bu yüzden bugünün meselesi sadece Gazze değil; bizim ruhumuzun ne hâlde olduğu meselesidir.
Çünkü Gazze’de bir bebek, ağlayacak hâli kalmadığı için susuyorsa, biz burada ne kadar yüksek sesle konuşsak da, artık hiçbir şey söylemiş sayılmayız.
Şimdi buradan soruyorum:
Bir annenin açlıktan ölen çocuğuna süt yerine dua okuduğu topraklarda susmak hangi ilme, hangi tasavvura, hangi akla sığar?
Evladının cansız bedenini karton kutuya koyan bir babanın sessizliği, bizim tüm nutuklarımızdan daha güçlü değil mi?
Ve hâlâ bu zulmü izleyip sonra huzurla uyuyabilen bir kalp, gerçekten atıyor mudur?
Türkiye’ye düşen vazife, bu çağın vicdanı olmaktır. Bu milletin kaderi, yalnızca kendi sınırlarını değil, bütün mazlumları koruma mesuliyetidir. Zira bu topraklar, sadece cihan devleti kurmakla değil; yetimin başını okşayan devlet olmakla da mükelleftir. Küfrün değil, zulmün karşısında saf tutmak, bu milletin asırlardır taşıdığı bir haysiyet borcudur.
Ey insan!
Gazze’ye bakmadan önce aynaya bak. Orada ne gördüğüne göre, insan mısın değil misin, ortaya çıkar. Çünkü Gazze’ye kör olan bir göz, artık hakikati göremez.
Gazze’ye sağır olan bir kulak, artık duanın sesiyle uyanamaz.
Ve Gazze’ye karşı hissiz kalan bir kalp, çoktan ölmüştür de haberi yoktur.
O hâlde yazının sonunda yalnızca bir çağrı değil, bir irade beyanı yükselsin:
Biz bu çağın suskunu olmayacağız.
Çünkü Gazze’ye kör kalan dünyanın gözü olacağız.
Çünkü orada susan vicdanların dili bizde hâlâ diri.
Ve çünkü bu millet, sadece kendi çocuklarına değil, yetim kalan tüm coğrafyalara ağlamayı bilen bir millettir.
Biz, yalnızca acıyı dile getirmeyeceğiz;
Aynı zamanda bu düzeni değiştirecek olan fikri, hukuku, diplomatik iradeyi de inşa edeceğiz.
Kuru sloganlara, hamasi tepkilere sığınmadan; planla, vizyonla, sabırla ve dirençle yürüyeceğiz.
Zira artık mesele sadece bir insanlık krizi değil, bir medeniyet sınavıdır.
Ve bu sınavda kalem susmayacak, akıl geri çekilmeyecek, vicdan susturulamayacak.
Unutmayalım:
Gazze, çaresizliğin değil, direnişin adıdır. O hâlde bizim görevimiz, o direnişe omuz vermek, sesi olmak, geleceğini kurmaktır.
Bu çağın utancını değil, direncini taşıyanlardan olacağız.
Ve insan kalacağız. Ne pahasına olursa olsun…
Nur Tuğba Aktay'ın önceki yazıları...