Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya yönelik başlattığı saldırı, sadece bölgesel bir çatışma değil, küresel güç dengelerinin yeniden inşa edildiği bir süreci de beraberinde getirdi. Washington’dan Pekin’e, Berlin’den Riyad’a kadar geniş bir yelpazede yankılanan bu savaş, uluslararası sistemin zayıf noktalarını gün yüzüne çıkarırken, yeni ittifak arayışlarını da tetikledi. Tam da bu kaotik denklemde, Türkiye’nin jeopolitik konumu ve izlediği stratejik diplomasi, dikkatleri İstanbul’a çevirdi.
Türkiye’nin “dengeli tarafsızlık” politikası, hem Kiev hem de Moskova nezdinde güven uyandırdı
İstanbul’da gerçekleştirilen müzakereler, Türkiye’nin geleneksel ara buluculuk misyonunu modern bir diplomasi anlayışıyla harmanladığı nadir anlardan biriydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “dengeli tarafsızlık” politikası, hem Kiev hem de Moskova nezdinde güven uyandırdı. NATO üyesi olmasına rağmen, Rusya ile stratejik diyalog kapılarını açık tutan Ankara, diplomatik zemini kaybetmeden ara buluculuk misyonunu icra etmeyi başardı. Bu süreçte, Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni uluslararası hukuka uygun bir şekilde uygulaması, Moskova tarafından dikkatle izlendi. Karadeniz’deki askerî hareketliliği sınırlayan bu adım, Türkiye’nin egemenlik haklarını koruma iradesini bir kez daha gözler önüne serdi.
İstanbul müzakereleri, Türkiye’nin sadece ara bulucu değil, bağımsız bir diplomatik aktör olarak konumlandığını gösterdi
İstanbul müzakereleri, sadece diplomatik bir hamle değil, aynı zamanda küresel siyasette Türkiye’nin yerini pekiştiren bir hamle olarak öne çıktı. Rusya açısından bu müzakereler, Batı’nın ağır yaptırımları altında nefes alınabilecek bir diplomatik alan sağladı. Kremlin’in Türkiye’ye duyduğu güven, tarihsel ittifaklardan ve enerji iş birliklerinden beslenirken, Türk diplomasisinin esnek ve çözüm odaklı yaklaşımı bu güveni daha da derinleştirdi. Özellikle enerji ve savunma sanayii alanındaki stratejik iş birlikleri, Moskova’nın Türkiye’yi Batı’nın çizdiği müzakere formatlarından ayrı bir düzlemde değerlendirmesine yol açtı. Bu durum, Ankara’nın diplomatik bağımsızlığının da somut bir göstergesiydi.
Ankara, NATO üyesi olmasına rağmen Moskova ile doğrudan diyalog kapılarını açık tutmayı başardı
Bu süreçte dikkat çeken bir diğer husus, Türkiye’nin Batı ile Rusya arasında kurduğu dengeydi. Erdoğan liderliğindeki Türkiye, NATO üyesi olmasına rağmen, Moskova ile doğrudan diyalog kanallarını açık tutmayı başardı. Batı’nın askeri müdahale eğilimlerine karşın, Ankara diplomasi zeminini korudu. Bu, Moskova nezdinde Türkiye’nin “Batı’nın bir uzantısı değil, bağımsız bir güç merkezi” olarak algılanmasını sağladı. NATO’nun askerî genişlemesine karşı Moskova’nın gösterdiği direnç, Karadeniz’deki deniz güvenliğiyle doğrudan ilintiliydi ve Türkiye’nin Montrö’ye sadık kalması, bu gerilim hattında kilit bir sigorta görevi gördü.
Özellikle geçtiğimiz hafta İstanbul’da yapılan doğrudan görüşmeler, Rusya ve Ukrayna arasındaki diplomatik açılımın kapısını araladı. İki saat süren toplantının sonunda her ne kadar 30 günlük bir ateşkes sağlanamasa da, tarafların biner savaş esirinin takası konusunda anlaşmaya varması, savaşın başlangıcından bu yana gerçekleştirilen en büyük takas olarak kayıtlara geçti. Ayrıca, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın her iki tarafın da tekrar bir araya gelme konusunda “prensipte” anlaştığını açıklaması, müzakere masasının sürekliliğine dair umutları artırdı.
Türkiye’nin ara buluculuğu, savaşın yıkıcı etkilerini azaltmayı hedefleyen kapsayıcı bir strateji sundu
Ukrayna heyetinin başındaki Savunma Bakanı Rustem Umerov’un, liderler düzeyinde bir toplantının değerlendirildiğini ifade etmesi, sürecin İstanbul merkezli ara buluculukla yeniden şekilleneceğine işaret ediyor. Aynı şekilde Moskova heyetinin başkanı Vladimir Medinsky’nin, ayrıntılı ateşkes önerilerinin sunulması konusunda tarafların mutabakata vardığını açıklaması, İstanbul’un diplomatik çözümün merkezi olma potansiyelini pekiştirdi.
Bu gelişmelerin hemen ardından, ABD Başkanı Donald Trump’ın, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile “en kısa sürede” görüşme ayarlayacaklarını duyurması, diplomatik müzakerelerin uluslararası yankısını gözler önüne serdi. Trump’ın Abu Dabi’deki açıklamaları, Orta Doğu’dan Avrupa’ya kadar genişleyen bir diplomatik açılımın habercisi niteliğindeydi.
Türkiye’nin bu süreçte üstlendiği ara buluculuk rolü, küresel siyasetin çok taraflılık ekseninde yeniden yorumlanmasını sağladı. Batı’nın tek taraflı yaptırım politikalarının aksine, Türkiye’nin ara buluculuğu, savaşın yıkıcı etkilerini azaltmayı hedefleyen daha kapsayıcı bir strateji sundu. Ankara’nın Moskova ve Kiev ile diyalog kapılarını açık tutması, taraflar arasında köprü görevi görmesini sağlarken, Türk diplomasisinin barışçıl çözüm arayışındaki etkisini bir kez daha gözler önüne serdi.
İstanbul müzakereleri, Türkiye’nin sadece ara bulucu değil, aynı zamanda bağımsız bir diplomatik aktör olarak konumlandığını kanıtladı. Ankara, kendi ulusal çıkarlarını korurken, bölgesel barışa katkı sunma iradesini de ortaya koydu. Moskova açısından ise Türkiye’nin ara buluculuğu, Batı blokuna karşı alternatif bir diplomatik kanal olarak değerlendirildi. Bu bağlamda, İstanbul müzakereleri, Rusya-Türkiye ilişkilerinde yeni bir diplomatik kod olarak tarihe geçti; stratejik ortaklık zemininin diplomasiyle pekiştiği bir sürecin başlangıcı olarak…
Bu süreç, sadece Rusya-Ukrayna savaşının geleceğini değil, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası politikadaki yerini de yeniden tanımladı. Ankara, sadece bir köprü değil, diplomatik çözümün de anahtarı olarak sahnede…
Nur Tuğba Aktay'ın önceki yazıları...