Geçtiğimiz günlerde dünyanın en büyük kahve zincirlerinden birine girdim. Herhâlde bu zincirlerden kahve alıp içmeyeli 3 yıldan fazla olmuştur, yine almadım ama bizim Asaf oranın kurabiyesini sevdiğinden arada uğrarım. Köşede koltukların arasında kocaman bir elektrikli scooter gözüme çarptı. Scooter, hani şu iki tekerli, ayakta durarak sürülen L şeklindeki araç. İçeriye, koltukların yanına park edilmiş, bir de şarja takılmış.
Bu kahve zincirlerini ofis olarak kullanan çok insan var. Stratejisinin bir parçası da bu zaten, ortada bilgisayar koymaya uygun masaları çoktur. Zaten o arkadaşımızın scooter’ını taktığı priz de dizüstü bilgisayarlar takılsın diye var. Kahveni al, içerken çalış, dersini çalış, e-Postalarına bak, sonra kahven bitince tekrar kahve al. Mantık bu.
Lakin scooter’ı orada şarj etmek biraz uyanıklığa kaçmak olmuyor mu dostlar. Bazen kul hakkının sadece Ahmet ile Mehmet arasında cereyan ettiğini düşünüyoruz. Mesela dünya devi bir şirketten hakkımızdan fazlasını aldığımızda o kul hakkı olmuyor mu? Yahut gittik Amerika’ya, Avrupa’ya, bir şirketi aldattığımızda hak geçmiyor mu?
Bir videoda izlemiştim, Amerika’da bir müşteri e-Ticaret sitesinden bir tablet sipariş ediyor. Kargonuz teslim edildi bildirimi geldiği hâlde kişiye ulaşmıyor. O da müşteri temsilcisine bu durumu bildiriyor. Şirkete göre teslim edilmiş ama müşteri “bana teslim edilmedi” diyor.
Türkiye’de ne olur? Hemen araştırmalar başlar, kargo şubesiyle, kuryeyle görüşülür, kamera görüntülerine başvurulur vesaire. Amerika’da ne oluyor biliyor musunuz? Müşteri “Bana ulaşmadı” dediği anda müşteri temsilcisi şöyle cevap veriyor. “Öyleyse ben bir adet daha hemen gönderiyorum”.
Bunu anlattığı videonun altına bazı Türkler şöyle yazmışlar. “Eee o zaman gelse de gelmedi derim?” Bakış açımız maalesef bu.
Kahvecideki scooter’a dönelim. Evinde ya da iş yerinde şarj etmek yerine kahvesini içerken şarj etmekle ettiği kâr ne kadardı acaba? Peki ya o kahve dükkânının ödeyeceği ekstra elektrik faturasının yarın kendisine kahve fiyatına ek olarak yansıyacağının farkında değil mi?
İnsanın şunu her an düşünmesi gerekiyor. “Bu benim hakkım mı, değil mi?”
Bir gün şirketteki çaycı ablamızla öğlen yemeğinden dönüşte karşılaştım. Elleri ve kucağı paketlenmiş ekmekle doluydu, yaklaşık 10-12 adet kadar. Herkese yemek sırasında birer tane verilen ekmeklerden. Şaşırdım. Sordum.
Yemekhanedeki sorumlu abladan izin aldığını söyledi. Oysa o abla da bizim ablanın akrabası.
“Abla yemekhanenin sahibi gelse, benim yüzüme tükürse, senin çalışanın benim ekmeklerimi çalmış, sen de görmüşsün, ses etmemişsin dese ben ne cevap vereceğim?”
“Yemekhanedeki abla çalışan, onun malı değil ki onun verdiği izin geçerli olsun. Tam tersi iki kafadar bir araya gelip yemekhanenin sahibinin ekmeğini haksız ve hakkından fazla almışsınız. Beni de bu suça ortak etmişsin, o ekmekleri getirip benim dükkânıma sokmuşsun.”
Kadıncağız buz gibi kaldı. Kendince mutlaka haklı gerekçeleri vardı, mesela “Ekmeklerini yemeyenler var” diyecekti. Oysa bu ekmekler günlük değil, ertesi gün de verilebilir. Ama yemekhanenin sahibi tüketime baktığında bizim binanın ekmek tüketimini günde 80 ekmek yerine 100 ekmek görecekti. Oysa 20 ekmek öğlen tüketilmiyor, akşam eve gidiyordu. Ömer kardeşiniz de bu suça, bu yanlışa ortak oluyordu.
Ablayla iş akdimizi derhâl sonlandırdık. İhbar süresini bile evde geçirmesini istedim.
Dedim ya, haklı gerekçeleri vardı diye. Şeytan insana her zaman gerekçeler bulur.
Ekmek çalar “Bu ekmekler zaten kalacaktı” dedirtir.
Şirketten çalar “Bu şirkete benim kazandırdıklarımın yanında bu ne ki?” dedirtir.
Kahvecinin elektriğiyle scooter’ını şarj eder, “ha dizüstü bilgisayarım, ha scooter’ım” dedirtir.
İş yerinde patron yokken film, dizi izler, “Başkaları neler yapıyor, şurada birazcık dinleniyorum” dedirtir.
Oysa asil, ahlaklı, namuslu ve Müslüman bir insan asla kendine laf ettirmez, kimsenin görmediği yerde bile hakka girmez.