Nabzımı bırak a doktor KALBİME BAK!

A -
A +
Son devirde doktorluk çok parlak bir meslekti, şarkılar bile yakılmıştıVaktiyle İstanbul'daki tıbbiye mektebi, dünyanın en ileri tıp fakültelerinden birisiydi. Her talebeye bir mikroskop düştüğünü, burada okuyanlar anlatmaktadır Hastanelerin masrafları zengin vakıflar tarafından karşılanırdı. Burada halka bedava bakılır; fakirlerin ilaçları da bedava verilirdi. Doktorluk; kâtiplik ve zâbitlikle beraber zamanın en popüler mesleklerinden biri hâline geldi. Bu hususta şarkılar bile yazıldı. 14 Mart 1827 tarihinde Sultan II. Mahmud Avrupaî usulde tıp fakültesini kurdu: Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne. Kuruluşu her sene tıp bayramı olarak kutlanır. Daha önce tıp fakültesi yok muydu? Anadolu'da Selçuklular devrinden beri ciddî tıp müesseseleri vardı. Kayseri, Edirne, Amasya ve İstanbul gibi büyük şehirlerdeki hastaneler, aynı zamanda mühim birer tıp fakültesi idi. Medresede belli bir dereceye kadar okuyan talebe, eğer tıp tahsili görmek isterse buraya intisap eder; burada usta-çırak münasebeti çerçevesinde tabip, cerrah ve kehhal (göz hekimi) olarak yetişirdi. Bunların kaleme aldığı nice kıymetli eserler kütüphaneleri süslemektedir. İNSAN GİBİ MUAMELE Dünyada ilk defa akıl hastalarına hasta muamelesi yapan Türkler olmuş ve onları bu hastanelerde tedavi altına almışlardır. Telkin, meşguliyet, su ve kuş sesleri vasıtasıyla akıl hastaları iyileştirilmeye çalışılırdı. Her hastanede, hastaların nekahat devresini geçirdiği tâbhaneler bulunurdu. Hastanelerin masrafları zengin vakıflar tarafından karşılanırdı. Burada halka bedava bakılır; fakirlerin ilaçları da bedava verilirdi. MARKO PAŞA MEKTEP MÜDÜRÜ Mekteb-i Tıbbiye'de, askerî ve sivil tabibler beraberce tedrisat görür; eczacılar da buradan yetişirdi. Rum asıllı meşhur tabip Marko Paşa, tıbbiye mektebi müdürlerinden idi. Bu mektep giderek gelişti ve Sultan Abdülhamid zamanında dünyanın en ileri tıp fakültelerinden biri hâline geldi. Her milletten talebenin tahsil gördüğü mektepte, hocaların çoğu Avrupa'dan gelmiş veya burada yetişmiş; sahasında otorite şahıslar idi. Her talebeye bir mikroskop düştüğünü, burada okuyanlar hatıralarında anlatırlar. Mektebi gezen yabancı seyyah, diplomat ve ilim adamları hayranlıklarını ifade etmekten kendilerini alamamıştır. DÜNYA SEVİYESİNDE FAKÜLTE Mektebin üç yılı lise ve dört yılı da fakülte seviyesinde idi. Talebelerin her ihtiyacı karşılanır; sivil talebeler askerlik kurasından da muaf tutulurdu. Fransızca, Arapça, Farsça ve fıkıh da, okutulan dersler arasındaydı. Mezunlar, Avrupa'ya gönderilir; buradaki tıp fakültelerinin açık bitirme imtihanlarını vererek, akademik ehliyetlerini dünya çapında ispatlardı. Mekteb-i Tıbbiye, 1908 yılında Dârülfünun Tıp Fakültesi adını aldı. Doktorluk böylece, kâtiplik ve zâbitlikle beraber zamanın en popüler mesleklerden biri hâline geldi. Öyle ki kızlar arasında, bir doktorla evlenmeyi hayal edenlerin sayısı arttı. Bu hususta şarkılar bile yazıldı. Tabip veya hekim yerine, doktor gibi frenkçe bir tabirin tercih edilmesi de bu devre rastlar. Nabzımı bırak a doktor KALBİME BAK!HAYDARPAŞA'DA MUHTEŞEM BİNA Mekteb-i Tıbbiye çeşitli binalarda tedrisat yaptıktan sonra, Haydarpaşa'da Sultan Abdülhamid'in yaptırdığı bu ihtişamlı binaya taşındı. 1933'te Çapa'ya nakledilince, bu bina Haydarpaşa Lisesine, daha sonra da Marmara Üniversitesine tahsis edilmiştir. Nabzımı bırak a doktor KALBİME BAK!TIP FAKÜLTELERİNİN TEMELİ Modern manadaki ilk tıp fakültesi olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'de eğitim gören doktor namzetleri mesleklerinde çok iyi yetişiyordu. Birkaç lisan birden öğrenen talebeler, Avrupa'da da eğitim görme imkanı yakalıyordu. Öyle ki buradan dünya çapında akademik ehliyetini ispatlamış birçok doktor yetişmişti. Soyumdan evlenmemiş KIZLARA GELİR OLSUN! Osmanlılar zamanında, doğrudan umumun istifadesi için kurulmuş câmi, köprü, medrese gibi hayrî vakıflardan başka, zürrî vakıf da denilen aile vakıfları vardı. Vakıf kuran kişi burada malını ailesinden muayyen şahısların istifade etmesi için vakfederdi. Böylece servetinin çarçur edilmesine engel olmak; ileride gelecek soyunun mağdur düşmesini önlemek isterdi. Vakfın gelirleri vakfedenin arzuları istikametinde aile mensuplarına dağıtılırdı. Mesela soyundan gelen evlenmemiş kızlara veya dul kadınlara veya sakatlara veya ilim talebesine veya hepsine mal vakfedebilirdi. 1926 tarihli medenî kanun ile zürrî vakıf kurulması yasaklandı. Ancak mevcut zürrî vakıflar varlığını devam ettirdi. Dedelerinden kalma zürrî vakıfların getirdiği gelirlerle burslu gibi tahsil yapanlara bu devirde çok rastlanmaktadır. Vâli Ahmed Vefik Paşa'nın saat oyunu Bursa'da yaşlı bir hanımın saati kaybolmuştu. Kadıncağız ertesi gün doğru vilâyet konağına koştu. Vâli Ahmed Vefik Paşa'nın huzuruna çıktı. "Vâli paşam! Benim baba yadigârı bir saatim kayboldu. İşittim ki sizin sihirli bir gözlüğünüz varmış, onu gözünüze takınca bütün kayıp şeyleri görüp bulurmuşsunuz. Ne olur benim saatimi de bulun!" dedi. Paşa, hükümete ve hükümet adamına karşı duyulan bu saf ve temiz inancı sarsmak istemedi. Kadıncağıza saati iyice tarif ettirdi. Sonra "Peki hanım teyze. Sen şimdi git, yarın gel. Ben inşallah bu gece saatini bulurum" dedi. Sonra çarşıya bir adam gönderip tarif edilene en yakın bir saat satın aldırdı. Ertesi gün gelen yaşlı kadına bunu teslim ederken: "Al saatini teyze. Yalnız saatine mukayyet ol. Bir daha kaybedersen bizim gözlük de artık işe yaramaz!" yollu tenbihte bulunmayı ihmal etmedi. Musevî talebeye yemek imtiyazı Sultan Abdülmecid, Mekteb-i Tıbbiye ile yakından alâkalanır; sene sonundaki imtihanları bizzat takip ederdi. İlk günlerde burada bir Musevî talebenin okuduğunu öğrenince, bu çocuk için kendi dininin koşer kâidelerine göre yemek pişiren bir mutfak kurulmasını emretmişti. Koşer, Musevîliğe göre yenilmesi câiz olan et, süt, peynir gibi hayvan mahsullerinin, ayrıca dine uygun şekilde haham kontrolünde kesildiğini, sağıldığını veya mayalandığını ifade eder. Böyle olmayan yiyeceklerin yenilmesi günah sayılır. Dahası var: Nezâketi ile tarihe geçmiş Sultan Mecid, Musevîlerin mukaddes Şabat günü, yani cumartesileri o talebenin tatil yapması talimatını vermişti. Osmanlı donanması da, Noel, Paskalya gibi dinî günlerde gayrımüslim zâbit ve erler evlerine gidebilsin diye demir atardı. İnsan hakları ve müsamaha hususunda ecdadın bizden daha ileri olduğu anlaşılıyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.