Saat akşam 6 civarıydı. Mesai bitmişti ama hâlâ okuldaydık. Bir öğretmenimize telefon geldi. Açtı ve on dakika kadar konuştu. Telefonu kapattıktan sonra “Bir veli aradı” dedi.
“Mesele neymiş?” dedim. Anlattı.
Bir öğrencisi sabah evden para almadan çıkmış. Öğleyin karnı acıkınca para istemek için öğretmenini aramış okulda ama bulamamış. Kimseden de para isteyememiş. Bir ara çok acıkınca yemekhaneye inmiş. Tepsilerin birisinin içinden bir tane soğan halkası görmüş. Dayanamayıp ağzına atmış ve sınıfa çıkmış. Eve gidince de bunu annesine anlatmış.
Çocuğun annesi öğretmene, “Biz yemeğe yazılmadık. Bu soğan halkasının parasını nasıl ödeyebiliriz?” diye soruyormuş.
Öğretmen bunu anlattıktan sonra, “Çok üzüldüm ya” dedi. “Bugün okulda değildim. Çocuğun parasının olmadığını bilseydim bir yere gitmezdim. Aç kalmış çocukcağız.”
Bir soğan halkasının kaç lira olduğunu hesaplayamadım o gün. Ama başrollerinde bir öğretmen, bir anne ve bir de soğan halkası olan bu sıcacık hikâyenin paha biçilemez bir değeri olduğunu anladım. O yüzden de yazmak istedim.
Bir öğrencisi aç kaldı diye mesai sonrası dertlenen, telefonda öğrencisini ve veliyi teselli eden bir öğretmen… Ve minicik bir soğan halkasının parasını nasıl öderiz diye düşünen bir veli…
Eğitimin tarifini yapmak için uzun uzadıya konuşmaya hiç gerek yok. Her öğretmen öğrencileriyle bu kadar ilgili ve her veli helal-haram konusunda bu kadar hassas olsa, çocuk zaten dosdoğru yetişir. Biz de eğitimi konuşmayı bırakır, iş yapmaya başlarız.
Çocuklara “Dürüst olun, haramı helali gözetin” diye tavsiye vermek iyidir elbette. Ama asıl değerli olan konuşmak değil bizzat yaşamaktır. Yaşamaya cüret edemeyenler sadece cümle kurar ama bu cümleler hiçbir işe yaramaz. Kalple dil arasındaki mesafe çoksa, sözlerin bir tesiri olmaz.
Çocuk o gün annesinden “Soğan halkasının parasını nasıl öderiz?” sorusunu duydu ya…
İnanın hiçbir değerler eğitimi müfredatı, bu bir cümlelik kazanımla yarışamaz.
Geçen gün çocuğum anlattı. Edebiyat öğretmeni derse girince bir bahaneyle bizim çocuğu yanına çağırmış ve bir kâğıt göstermiş. Kâğıtta şu yazıyormuş;
“Birazdan sana bağırıp çağıracağım. Sonra da sınıftan atacağım. Sakın ses çıkarma ve şimdiden kusura bakma. Bu arada çıkarken ağlar gibi yaparsan iyi olur.”
Bizim çocuk ne olduğunu tam anlayamamış ama “Peki” deyip yerine oturmuş.
Biraz sonra hoca ayağa kalkıp bizim çocuğa bakarak gerçekten de yüksek sesle bağırmaya başlamış. “Ne boş boş etrafa bakıyorsun, çık dışarı!” demiş. Bizimki de sınıfın şaşkın bakışları arasında kalkıp sınıftan çıkmış. Çıkarken de gözlerini falan silmiş ağlıyormuş gibi.
Kapının önünde biraz oyalandıktan sonra hoca çıkıp geri çağırmış çocuğu. Sonra sınıfa dönüp, “Biraz önce hiçbir suçu olmadığı hâlde bir arkadaşınıza bağırdım ve dışarı attım. Niçin kimse sesini çıkarmadı?” diye sormuş.
Sınıfta çıt yok.
“Niçin bana itiraz etmediniz. Yaşanan bu haksızlığa niçin göz yumdunuz?” diye tekrar sormuş hoca. Sonra da konuyu usulca Gazze’ye bağlamış.
Ne diyeyim? Helal olsun.
Öğretmenlik gerçekten kolay iş değil. Sadece bilgi transferi yaparak okul hatıralarından kontenjan alabilmek mümkün değil. Gece yatarken “Yarın bu konuyu nasıl anlatsam acaba?” diye düşünmeden etkili öğretmenlik yapılamıyor.
Zaten yıllar sonra hatırlanan öğretmenler de genelde geceleri öğrencilerini düşünenler oluyor.
Salih Uyan'ın önceki yazıları...