Merhamet eksildiği yerde bereket durmaz dermiş eskiler. Ramazanın yaklaşmasıyla birlikte dolup taşan kilerlerde fakirin de, komşunun da hakkı unutulmazdı. Öyle ya şu günlerde Allah rızası için bir fakire bir kase çorba yardımı yapmak, bir ihtiyarın, bir fakirin koluna girip de onu minnet yükünden kurtaracak şekilde doyurmanın hazzını ne verebilir ki insanoğluna... Berat kandiliyle başlayan o hummalı bekleyişten nasibini önce erzaklar alır, ramazana bilemedin birkaç gün kala fakir düşmüş akrabalara pirincinden yağına varıncaya erzak gönderirlerdi. Bunlardan başka eve gelen bütün erzak ve eşyaya fukaranın hakkı verilmeden el sürülemezdi. Ramazan geldi mi ekseriyetle evin reisi iftara yakın mutfağa gelir, nevâle ne ise çorba başta olmak üzere üç veya dört-beş türlü yemek seçerdi. Öyle kazanlar vardı ki, insan içine düşse boğulur, öyle kepçeler vardır ki bir dolusu insanı doyururdu. Bu yemekler çoğunlukla çorba ile beraber et, bir pilav, bir tatlıdan ibaret olurdu. Özenle hazırladıkları tepsilere dizilen iftariyeler herhangi bir fakirin evine götürüp verilirdi. Daha ilginç olanı ise gönderilen yemeklerin içine hediye bâbında hal ve vaktine göre çeyrek veya yarım altın iliştirmekti. Kapılar ardına kadar açık Pek çok zengin her akşamüstü hizmetkârlarından biri şuradan buradan fakir kimseleri toplar, konakta özellikle kurulmuş sofraya oturtur, yedirir, içirirdi. Zaten İstanbul'daki hemen her ev, en nefis yemeklerin her Selamün aleyküm diyene sunulduğu bir ziyâfethâne haline gelirdi. Üstelik büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya falan lüzum da yoktu. Gözüne kestirdiğin yere girerdin kimse de kim olduğunuzu, ne münasebetle tanışıldığını, isminizi ve işinizi sormazdı. Otur masanın bir kenarına, istersen ne konuş, ne dinle, yaranmaya çalışma, sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur. Kahveni iç, usulcacık sıvış git... Kimse farkında olmaz, onlar dahi işi acayip bulmazdı. Otuz gün ramazan böylece, yabancı konaklarda iftar etmek suretiyle krallar gibi yiyip içerek geçiren binlerce insan vardı. Mahallelerde ise esnaftan ve orta hallilerden beş altı zat, birleşir, sıra yaparlar, birer ikişer gün fasıla ile imam efendiyi, hacı efendiyi, birinci muhtarı iftara davet ederlerdi. İmam da, hacı da, muhtar da bu davetin, mahallelilere delâlet etmek mânâsını taşıdığını bilirler, ona göre beraberlerine davetli alırlardı. Bir de cami iftarları vardı. Hali vakti pek de yerinde olmayan, evinde iftar veremeyenler ise iftar vaktine yakın büyük camilerimizin avlularında dolaşır, yanlarına üç, beş fakir alır, iftar vaktinde onlara pide, hurma, zeytin alıverip oruç bozdururlardı. Zaten Ramazanda camiye gelen halk, mali kudretine göre yardım bekleyen fukaraya sadakalar, rastlarsa kimsesiz çocuklara "şeker parası" namıyla para verir, cami dışında simit, çörek alır, hoş sözlerle gönüllerini yaparlardı. Dayanışmanın böylesi O zamanlar memlekette şimdiki gibi yüzlerce hayır cemiyeti, yüzlerce sosyal dernek yoktu. Ancak İslâmiyet'in beş temel direğinden biri olan "zekât" müessesesi vardı ve bu müessese, maddi hiçbir müeyyide olmaksızın, Müslümanların kalplerindeki sarsılmaz inançla tıkır tıkır işlerdi. Sadece zekat değil, fidyeler, fitreler ve sadakalar da düzenli olarak verilirdi. Ve en önemlisi bir "Mahalle teşkilâtı" vardı İstanbul'da. Kimin kurduğu, kimin işlettiği belli olmayan, başkanı, muhasebecisi, veznedarı bilinmeyen bu mahalle teşkilatları, nesillerden nesillere sessiz akan billûr bir nehir gibi hizmetlerine devam ederdi. Bu mahalle teşkilâtlarının öyle resmi görevlileri yoktu. Yardım edenle, yardım edilenin adları, sanları, boy boy resimleri teşhir edilmezdi. Yalnız ramazanda, bayramlarda değil, her zaman Ana evlerinin gözü, yavru evlerin üstünde olurdu. Hastalara, ilaçları, öğrencilere kitapları defterleri, gelinlik kızlara çeyizleri derhal el altından yetiştirilir, el birliği ile yeni evlere her şeyi tamam, mükemmel bir evceğiz hazırlanıverirdi... Küçük evlerin bayramlıkları da, ramazan ayı içinde büyük evlerde hazırlanır, gizlice bohça bohça yavru evlere gönderilirdi. Bu bohçalar içinde ihtiyar ninelerin baş örtülerinden, küçük torunların çoraplarına, pabuçlarına kadar bütün iç ve dış giyecekler bulunurdu. Silin borcunu! Bir de büyük büyük dedelerin hatırlayabileceği bir gelenek vardı ramazan ayında. Hali vakti yerinde olanlar kılık-kıyafet değiştirerek hiç tanımadıkları mıntıkalara gidip, bakkalın manavın tenha zamanlarını seçerek sorarlarmış: "Zimem defteriniz var mı?" diye. Zimem defteri, o esnaftan borcuna yani veresiye mal alan mahalle sakinlerine ait hesap defteridir: Borçlu ile borcunun miktarı yazılı olan defter... Esnaf bu defteri çıkarınca, gelen şöyle dermiş: "Lütfen baştan, sondan ve ortadan şu kadar sayfanın yekûnunu yapınız" Esnaf bu kadar sayfanın yekûnunu yapar, söyler; gelen de kesesini çıkarır, onu öder: "Silin borçlarını. Allah kabul etsin" der, çeker gidermiş. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezmiş. Her güne bir dua Evden çıkarken ve girerken okunacak duâ Evinden çıkarken Âyet-el kürsî okumalı. Evden çıkarken "Âyet-el kürsi"yi okuyan, eve dönünceye kadar belâlardan emin olur. Hadis-i şeriflerde buyruluyor ki: "Evinden çıkarken Âyet-el kürsi okuyana, yetmiş melek, evine dönünceye kadar duâ ve istiğfar eder" "Evinden çıkarken "Bismillah, tevekkeltü alellah, La havle vela kuvvete illa billah" diyen, tehlikelerden korunur, şeytan ondan uzaklaşır" "Eve girerken İhlâs-ı şerîfi okuyan, yoksulluk görmez!" Bir kere "İhlas" sûresini ve bir kere de "Âyetelkürsî"yi okuyanın evine şeytân giremez. Bunları Biliyor musunuz? Bir dâhinin ölümü Devrinin en buhranlı döneminde devraldığı Osmanlı Devleti'ni 33 yıl süreyle dahice politikalar takip ederek yöneten Ulu Hakan 2. Abdülhamid Han'a kimileri birçok iftiralar atıp batılı ağzıyla "Kızıl Sultan" denmesine karşılık dönemin İngiltere Hariciye Nazırı Sir Edvvard Grey, Sultan Abdülhamid'in vefatını öğrendiği zaman: "Ne büyük kayıp! Hasmımdı ama onun ölümü ile diplomasi mesleği artık şevkini kaybetti" demişti. Maziden nükteler Buna da kulp takarlar! 18. yüzyıl İstanbul şairlerinden Nüzhet'in adı deliye çıkmıştı. Şair, Sivas'tan geçerken uğradığı bir kahvehânede kendine kulpu kırık bir fincanla kahve getirildi. Nüzhet, kahveden çıkarken kahveciye dönüp fincanı gösterip şöyle dedi: - Bu fincanı İstanbul'a gönder. Kahveci şaşırdı ve sordu: - İstanbul'a gönderirsem ne olacak, deyince Nüzhet cevabı yapıştırdı: - Orada her şeye bir kulp takarlar. Merak etme, buna da bir kulp takan bulunur.