Bir yönetmen arkadaşım anlattı... "Üç tarafımız denizlerle çevrili. Deniz ulaşımımız ise sık sık bindiğim İstanbul Deniz Otobüsleri''nin feribotlarına bakarak doğrusu gelecek için bir hayli ümitlendirmişti beni... Galiba gelecekte, ulaşım olarak denizlerimizden de modern ve çağdaş bir şekilde yararlanabilecektik... Biz modern ve çağdaş bir ülkeydik. Bu duygularla bindiğimiz deniz otobüsünde, kompartıman usulü karşılıklı koltuklara hanım, kızım ve ben oturduk. Az sonra karşımızdaki boş koltuktan birine de bir amca gelip oturdu. Benim de gözlerim ister istemez, kılığıyla kıyafetiyle, oturuşuyla duruşuyla günümüzden belki elli yıl geriden gelen bu amcaya kaydı. Çocukluğumun "amca"ları geldi gözlerimin önüne... İşte hemen hepsi böyleydi... Başında, ince çizgilerle desen desen ayrılmış bir takke, üzerinde eskimiş bir yelek ve ceketi. Ayaklarında, alındığından beri boya yüzü görmemiş eski bir ayakkabı vardı. Sakal tıraşı üç günlüktü ama temizliğe özen gösterdiği belliydi... Alnındaki kırışıklıklar ne çilelerin izlerini taşıyordu kimbilir. Hemen yanıbaşında bulunan çantası, şimdilerde kimsenin kullanmadığı, onbeş sene öncesinde ise pazar çantası olarak kullanılan, naylon ipliklerden örülü, iki tarafından kulplu bir pazar çantasıydı. Ağzına kadar dolu çantanın içinde ne olduğunu elbette bilmiyordum... Araç hareket ettikten on onbeş dakika sonra, kızımın isteği üzerine yerimden kalkıp, self servis olan büfeye giderek bir kutu kola alıp geldim. Kızım alışık olduğu kolayı açıp yudumlarken, ben de yine köşeme çekilip, beni çocukluk yıllarıma götüren bu garip, garipliği kadar da sevimli amcayı seyretmeye kaldığım yerden devam ettim. Bu sırada, koltukların arasında dolaşan bayan hosteslerden biri yanımızdan geçiyordu. Amca hostese seslendi mahçup ve çekingen bir sesle: -Kızım bana da, şundan bir tane getirir misin? "Şundan" dediği şey, benim kızımın elinde bulunan kutu kolaydı. Hostes ise, gayet tabii bir tepkiyle cevap verdi: -Beyefendi, onlar self servistir. Anlamamıştı amca bu sözü... Anlamadığını ben çok iyi anlamıştım. Şöyle boynunu büküp, mimikleriyle "Ne yapalım hayırlısı olsun" der gibi yapmıştı. Bu ne müthiş bir sabırdı. Tabii, anlamadığı bir sözü kabullenmekteki müthiş ezikliği de beraberinde yaşıyordu... Ama kimseye dert yanmadan, o halini sezdirmemeye gayret göstererek... Durumu anladığım için, yerimden kalkıp, gidip bir de o amcaya kola almakla almamak arasında tereddüt içerisindeyken, baktım ki az önceki bayan hostes elinde bir kutu kola ile çıka geldi. Bayan hostes insan evladıymış meğer. Anlamış amcanın self servisten anlamadığını. Görevi olmadığı halde, alıp gelivermişti. Çok duygulandım hostesin âlicenaplığına... Tabii bu arada benim kalkıp kola getirmeme de gerek kalmamıştı... Amca, parasını sordu. Hostes fiyatı söyledi. Parayı verdi, üstünü aldı ve hostes gitti. Ben olduğum yerde amcayı izlemeye devam ediyorum. O ise göz hapsinde olduğundan habersiz. Şöyle eline aldı kutu kolayı... Sağına soluna baktı... Meretin neresi ağzı neresi kapağı, neresi arkası neresi önü belli değildi... Biraz soluklanır gibi elinde tutarak bekledi... Az sonra yeniden baktı bir ümit... Kolayı nasıl açacaktı da içindeki kolayı nasıl içecekti? Ters çevirdi yok... Yan yatırıp baktı yok. Olmuyordu işte... Şişe olsaydı kapağı belliydi. Ama bu kutu kola, onun için bir ucubeydi işte... Neden sonra bu işin sırrının, üzerinde parmak takılıp açılan kısımda olduğunu sezinlemişti. Büyük başarıydı bu. Ama iş onu hissetmekle bitmiyordu ki?.. Öyle bir haldeydim ki kelimelerle anlatılamaz. İzlediğim manzara, yaşadığım merak ve heyecan ondört Oscar ödülü almış filmlerde bile yoktu. Acaba bu amca, belki hayatında ilk defa eline aldığı bu kutu kolanın kapağını açmayı başarabilecek miydi?.. İşte şimdi kutunun üzerindeki parçaya takılmıştı parmağı. Ama fonksiyonunu bilmiyordu. Şöyle kimseye belli etmeden, o değilden, eliyle daire çizer gibi yavaş yavaş döndürmeye başladı... "Haydi " diyordum içimden, "Tak parmağını da kaldır yukarı. Kapak kendiliğinden açılacak, haydi!" Ama o bir türlü bunu akıl etmiyordu... Derken, elindeki o parçacık da "pıt" diye kırılmasın mı? O zaman yüreğime hançer sokulmuş gibi oldum. Çünkü artık kutunun açılma şansı kalmamıştı... Boynunu büktü, başını kaldırıp etrafa baktı. Herkes kendi halindeydi... Denize doğru uzak ufuklara baktı, baktı... Derin bir iç çektikten sonra, kolayı bir kenara bıraktı... Dayanamadım: -Amca, artık o açılmaz. Bakın şöyle açılacaktı. Neyse eve gidince, sert bir cisimle bastırıp kapağı buradan açarsınız. "Ulen madem biliyordun da niye demin yardım etmedin!" diye çıkışacağı yede "Sağol!" dedi usulca. Kolayı, alıp naylon pazar çantasına bıraktı... Bu amca bu ülkenin vatandaşıydı. İkibine beş vardı. Biz de çağı yakalamak isteyen bir ülkeydik...

