Aziziye Tabyaları, bir hisar gibi dimdik duruyordu...

A -
A +
"Yarın ne olacağı belli değil bey, gün bugün, ne yapacaksak yapalım derim?.."
 
Şehirde kalanların bir kısmı çaresizlikten, şahit oldukları bu hadiseler neticesinde iyice ümitlerini kaybetmiş, infazını bekleyen ölüm mahkûmları gibi boynu bükük meçhul akıbetlerini bekliyor, bir kısmı da; “ya ölür, ya da ecdat yurdu Erzurum’u düşmana teslim etmeyiz” düşüncesindeydi…
Osmanlı Devleti’nin en büyük şark şehirlerinden biri olan ve stratejik ehemmiyete haiz Erzurum’u her halükârda kara günler bekliyordu. Hem Hasankale’den hediyelerle gönderilen esirlerin menfi propagandaları, hem de askerlerin grup grup kaçmaları zaten morali çökmüş halkın umutlarını hepten bitirmişti. Nene, dert etmesin de ne yapsındı?
                   ***
  ERZURUM’DA BİR AİLE...
Hançeri feleğin, ucu ciğerde,
Gittikçe artıyor, yara bu serde,
Diyarı gurbette, tutuldum derde,
Sarma yaram tabip ölem bu yerde!
- Yarın ne olacağı belli değil bey, gün bugün, ne yapacaksak yapalım derim?
- Tamam Nene’ciğim, haklısınız ama, acele de edemeyiz ki!
- Benim sabrım kalmadı! Yoksa tek başıma...
- Tamam evimin gülü, hele bir yerleşelim, ne dersen o...
Sağ salim Erzurum’a gelip bir eve yerleşmek köylüler için kurtuluş demekti. Herkes ona göre hazırlanmış, giyinmiş, kuşanmış sabırsızlıkla hükûmetin vereceği kararı bekliyordu. Bütün meydanlar, sokaklar şehrin içi dışı öbek öbek çadır ve göçenlerle doluydu, âdeta muhasara edilmiş, kuşatılmış gibiydi. Yedisinden yetmişine, bütün muhacirler, bayramlık kurbanlıklar gibi tabyaların eteklerine, karşı yamaçlarına dağılmış, iğne atılacak yer kalmamıştı arazide.
Karşıda… takriben iki, üç ok atımı ötede, ileride Sultan Abdülaziz Han devrinde, Fosfor Mustafa Sıdkı Paşa tarafından yaptırılmış Aziziye Tabyaları; dumanlar içinde bir hisar gibi dimdik duruyordu. Hava oldukça kasvetli ve soğuktu. Erzurum’un üstü, kokuşmuş küflü bakır renginde, ağır bulut öbekleri ile ezim ezim eziliyor, sürü sürü geçen kargalar sanki “yalnız değilsiniz” der gibi çığlık atıyorlardı. Kara kıl çadırlarının ve at ahırlarının yanında sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Nene Gelin, ne zamandan beri tabyalara bakıyor, istikbâle dair hesaplar yapıyordu. Gücünü, kuvvetini, Nazım’ını, ihtiyarlarını, hocası Seyyide Hanımefendiyi, komşularını, uzun zamandır hiçbir haber alamadıkları abisi Hasan’ı ve karasevdalısı Mehmet’ini düşünüyordu… Epey uzakta, belli belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni dumanlara bakarak mırıldandı:
“Yer gök muhacir... Şu karşıda dimdik, sarp, aşılmaz dağlar gibi duran taş duvarlar hiç yıkılmaz evelallah! Yiğitlere destek olmanın mutlaka bir yolu olmalı! Ama nasıl? İşte, şehitlik müjdesine kavuşma yolunu kapatan önümüzdeki yegâne engel, tek mâni bu ecdat eliyle yapılmış taş duvarlar…”
Dadaşlara inat, sanki bu uğursuz kargalar, bir şeyler sezmişler de kimsenin haberi yok. Bu yüzden hep şehrin üstünden taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin naralarına benzeyen sesleriyle her tarafı velveleye veriyorlar. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.