CHP lideri Özgür Özel, Terörsüz Türkiye komisyonundaki tartışmalar hakkında yaptığı bir konuşmada DEM Parti'ye seslenerek, "Herkesi Stockholm Sendromuna kapılmamaya, dün elinden zor kurtulduğumuz celladımıza âşık olmamaya davet ediyorum…" dedi.
Özel'in bu çıkışına DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları'ndan cevap geldi. Hatimoğulları, CHP Genel Başkanı Özel'e sert sözlerle karşılık vererek, "Celladına âşık olmak ya da Stockholm Sendromu metaforunun bizler için kullanılması en hafif tabiriyle bir akıl tutulmasıdır. Bizler, tarih boyunca bıkmadan, usanmadan, yılmadan tüm baskılara rağmen direnen devrimci, sosyalist ve yurtsever bir geleneğin temsilcileriyiz. DEM Parti olarak celladı da çok iyi tanırız" ifadelerini kullandı.
Böylece ülke gündemine bir Stockholm sendromu ve celladını sevme tartışması girdi.
Wikipedia’da cellat şöyle tanımlanıyor:
“Cellat, ölüm cezalarının infazını gerçekleştiren kişinin ünvanıdır. Bu şahıslar, ölüm cezasının kabul gördüğü ülkelerde ilgili cezai kurumun personeli olarak da görev yaptıkları gibi; Cellatlık da yerinde infaz gibi kural dışı ölüm cezalarının infazında kişinin özel bir görevi değil, keyfi bir davranış biçimi olarak da algılanabilir.”
Memorial hastanelerinin tanımına göre ise Stockholm sendromu şudur: “Bir rehinenin kendisini esir alan kişiyle duygusal bağ kurduğu, sempati ve empati duyduğu psikolojik bir durumdur. Stockholm sendromunda, rehine kendisini esir alan kişiyle bağ kurma yönünde psikolojik eğilim gösterir. Adını 1973 yılında meydana gelen bir banka soygunu olayından alır.”
Bu çerçeveden baktığımızda Kürtler açısından ortada bir Stockholm sendromuna kapılma ve celladını sevme durumunun var olduğu söylenebilir mi? Varsa, bu ilişkide yer alan kesimler kimlerdir?
Ne yazık ki Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nde zulüm görmüş kitlelerin en başlarında gelmektedir. Bu, elbette, Kürtlerin hiç zulüm yapmadığı anlamına gelmez. Onların da vahim hataları ve korkunç fiilleri oldu. Hatimoğulları’nın cevabında zikrettiği “devrimci, sosyalist ve direnen” ifadeleri de zaten DEM kafasının zulüm yapmaya açıklığının ve geçmişte yapılmış olan bazı zulümleri onaylama eğiliminde olduğunun işareti olarak okunabilir.
Ancak, Stockholm sendromunun ve celladını şu veya bu ölçüde sevmenin esasen Kürtler ile CHP arasında vuku bulan bir ilişki olduğu söylenebilir. Kürt probleminin ana kaynağı CHP’nin tek parti diktatörlüğü döneminde yaptığı yanlışlar ve bunların bir devlet politikası hâline getirilerek, demokratik dönemde de, gittikçe zayıflamakla beraber, sürdürülmesidir.
Tek parti diktatörlüğü döneminde yanlışlar sadece Kürtlere karşı yapılmadı. Toplumun hemen her kesimi hayatın olağan akışına aykırı müdahalelere maruz kaldı. Yeni bir insan ve yepyeni bir toplum oluşturma uçuk sevdası adına ve hesabına iyice merkezîleşen ve sınırsızlaşan tekelci politik otorite toplumsal hayatın her alanına ve hemen her kesime cüretkâr müdahalelerde bulundu. Keyfî yasaklar koydu. Talimatlar verdi. Kürtlerin payına düşenler bunların en ağır olanlarıydı. Ne yazık ki dönemin totaliter uygulamalarının bir yansıması olarak Kürtçenin sosyal hayatta kullanımı yasaklandı, Kürt kimliği inkâr edildi, Kürtlere yönelik Türkleştirme politikası oluşturuldu ve başta Zilan Deresi ve Dersim katliamları olmak üzere Kürtler, acımasızca, kitlesel olarak öldürüldü.
Bu kötülüklerin faili olan CHP demokrasi döneminde dahi bu yanlışları hiçbir zaman gündemine almadı, yapılanlar için özür dilemedi ve sürdürülen yanlışların düzeltilmesi için çaba sarf etmedi. Günlük siyasetin esiri olan ve Erdoğan nefretinden derinlemesine etkilenen DEM çizgisi ise gerçeklere gözlerini kapadı ve CHP ile bir tür iş birliğine girmekten geri durmadı. Dolayısıyla, Stockholm sendromu ve celladını sevme aslında başka aktörler arasındaki değil CHP ile Kürtler ve özellikle DEM çizgisi arasındaki ilişkide görülebilir.
Kürtlerin celladı kim?

