Av. Ramazan Erem
r.eren1974@gmail.com
Yargıya erişim hakkı, yargılama usul ve kuralları ile hak arayana, en kısa sürede, mümkün olan en az masrafla ve rahatlıkla hakkına kavuşma yolunun açılması ve sağlanmasını ifade eder. Yargıya erişim hakkı aynı zamanda makul sürede yargılanma hakkını da kapsadığı için, yargılamaların makul sayılabilecek süre içerisinde nihayete erdirilememesi kamu maliyesine de ayrıca bir tazminat külfeti yüklemektedir.
----
Mahkemelerimizde dava sayısı her geçen yıl bir önceki yıla oranla daha da artmakta, mahkemelerin karar hızı ise dava artış hızına maalesef yetişememektedir. Mahkemelerin karar hızında geride kalmasına idari yapılanmadan kaynaklanan etkenler neden olarak gösterilebileceği gibi davanın taraflarından kaynaklanan bazı hâllerin de neden olduğu söylenebilir. Yargılama sürelerinin kısaltılması adına zaman zaman getirilen yeni düzenlemelerle çözüm üretilmeye çalışılmaktadır.
Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü adli ve idari yargıya ilişkin verilere dayalı olarak her yıl adli istatistikleri https://adlisicil.adalet.gov.tr/ adresinde yayımlamaktadır.
Geride kalan son 24 yılı da kapsayan 2000-2009-2015-2024 dönemine ait istatistik verilerine bakıldığında, Yargıtay Ceza ve Hukuk Genel Kurulu ile Hukuk Daireleri, Danıştay Dava Dairelerine gelen dosya sayılarında önceki dönemlere oranla ciddi bir artışın olduğu, benzer artışın ilk derece mahkemesi olarak adlandırılan Ceza, Hukuk, İdare ve Vergi Mahkemeleri ile Cumhuriyet Başsavcılıkları tarafından yürütülen soruşturma dosyalarında da yaşandığı görülmektedir.
TABLO-1
TABLO-2
2024 yılı istatistik verilerine göre 2024 yılı için hukuk mahkemelerinde görülen bir davanın en iyimser hâli ile 233 günde karara bağlanabileceği, istinaf incelemesinin 406 günde, temyiz sürecinin ise 195 günde tamamlanabileceği bilgisi yer almaktadır. Yargılama zinciri bir bütün olduğundan bu süreç içerisinde geçen zaman en iyimser hesap ile 233+406+195=834 güne (2 yıl 3 aya) tekabül etmektedir. Hâlen aktif şekilde avukatlık yapan bir meslek erbabı olarak somut dava özelinde bu süreler aşıldığına, yargılama sürelerinin ortalama olarak beş-altı yıla çıktığına şahitlik etmekteyiz.
Yargılamaların makul süre içerisinde neticelendirilememesinin hem taraflara hem de kamuya sosyoekonomik yönden olumsuz yansımaları bulunmaktadır.
Davanın kısa süre içerisinde karara bağlanamaması her şeyden önce taraflar arasındaki mevcut sorunun daha da derinleşmesine, başkaca yeni ihtilafların da doğmasına neden olmaktadır. Böylece toplumsal barış ve huzurun temini konusunda menfi bir etki oluşturmaktadır.Yargılamanın uzun sürmesi anayasa ile güvence altına alınan yargıya erişim hakkını zedelediği için kamu maliyesine de ayrıca bir tazminat külfeti yüklemektedir. Anayasa’nın 36. maddesinde; hak arama hürriyeti, 141/4. maddesinde ise yargıya erişim, adil yargılanma ve makul süre içerisinde yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Yargıya erişim hakkı, yargılama usul ve kuralları ile hak arayana, en kısa sürede, mümkün olan en az masrafla ve rahatlıkla hakkına kavuşma yolunun açılması ve sağlanmasını ifade eder. Yargıya erişim hakkı aynı zamanda makul sürede yargılanma hakkını da kapsadığı için, yargılamaların makul sayılabilecek süre içerisinde nihayete erdirilememesi kamu maliyesine de ayrıca bir tazminat külfeti yüklemektedir.
Davanın uzun sürdüğünün kabulü için uzun yargılama süresi ne kadardır? Yargılamaların belirli bir sürede neticelendirilmesi gerektiğine dair yasalarımızda kesin ve bağlayıcı herhangi bir süre düzenlemesi bulunmamaktadır. Her ne kadar dava açılışında UYAP sistemi üzerinden otomatik olarak “hedeflenen azami bir süre” belirleniyor ise de bu süre tavsiye niteliğinde bir süredir. O nedenle anayasada makul süre kavramı kullanılmıştır. Somut dava özelinde ise tavsiye edilen bu süreler de maalesef genelde aşılmaktadır. Mahkemelerdeki yığılan işgücü yüzünden yaşanan gecikme ve bu süreçte artan yargılama giderleri nedeniyle bireylerin adalete erişim hakkının da tam olarak karşılandığı söylenemez. Yargının her geçen dönem artan iş yükünü azaltabilmek için Ceza ve Hukuk Yargılamasında bazı ihtilafların, henüz dava konusu edilmeden “Uzlaştırmacı ve Ara Bulucu” gözetiminde çözümlenmesi ümidi ile Alternatif Uyuşmazlık Çözüm Yöntemleri faaliyete başlatılmış ise de dava öncesi tüketilmesi zaruri olan alternatif çözüm yollarının da dava sayılarının artmasına engel olamadığı bilinmektedir.
Sadece yasal düzenlemelerle soruna çözüm bulunamayacağına göre, davaların artış nedenleri ekonomi ve sosyolojik açıdan da ele alınarak bu doğrultuda kalıcı çözüm önerileri geliştirilmesine ihtiyacımız bulunmaktadır. O nedenle biz bu yazımızda idari yapılanmadan kaynaklanan sorunları dile getirmekten ziyade, davanın taraflarından kaynaklanan etkenlerden birisi olan “AHDE VEFASIZLIĞIN” yargılama faaliyetine yansıyan olumsuz etkileri hakkında bir değerlendirme yapmayı amaçladık. Toplumsal barışı ve huzuru bozan ana etkenleri tespit edip, sorunu kaynağında çözmeye yönelik çözüm önerileri geliştiremediğimiz müddetçe, adli personel sayısını artırarak, daha geniş adliye sarayları inşa edilerek bu sorunlara etkili ve kalıcı bir çözüm bulamayız.
Sebebi ne olursa olsun davaların geciktiği memleketlerde adaletin istenen seviyede yerine getirildiği görülemez. Yargılama faaliyeti hukuka uygun, süratli ve etkin bir şekilde işlemez ise adaletin yerine getirilmesi o nispette zayıflar. Adalet yalnızca yerine getirilmekle kalmamalı ve fakat yerine getirildiği de toplum tarafından kabullenilmelidir. Böylece toplumda yargıya güven duygusu da sağlanmış olur. Dava sayılarının geçmiş dönemlere nazaran artması, ahde vefa duygusunun her geçen gün hayatımızda önemsiz hale gelmesi, ikinci plana itilmesinden kaynaklanıyor olabilir mi? Türk Borçlar Kanunu 26. maddesinde tarafların kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı olmayan her konuda sözleşme yapabileceklerine dair sözleşme özgürlüğü tanımlanmıştır. Genel itibarıyla sözleşmelerde her iki tarafa da haklar ve yükümlülükler yüklenir. Sözleşmenin iki tarafına da borç yükleyen sözleşmelere “iki tarafa borç yükleyen anlamında (sinallagmatik sözleşmeler) denilmektedir. Bu ilke ile birlikte sözleşmelerde “ahde vefa ilkesi (pacta sund servanda)” ön plana çıkmaktadır. Ahde vefa ilkesine göre sözleşmenin tarafları haklı bir nedeni olmadıkça, sözünde durmalı, sözleşmeye riayet etmeli, ona sadık kalmalıdır. Ahde vefa ilkesi hukuk güvenliğinin sağlanması adına önemli bir ilkedir. Yargıtay kararlarında da sözleşmeye bağlılık (ahde vefa) ilkesinin hukuki güvenlik, doğruluk, dürüstlük kuralının bir gereği olarak sözleşme hukukunun en temel ilkesini oluşturduğu vurgulanmaktadır. Ahde vefa ilkesi ile uyumlu olarak 4721 Sayılı Medeni Kanunu’nun ikinci maddesinde kişilerin bir başka kişi ile olan ilişkilerinde dürüst davranması gerektiği ifade edilerek dürüstlük kuralı da ayrıca düzenlenmiştir. Uygulamada somut dava örneklerine bakıldığında, dava konusu edilen ihtilafların kahır ekseriyetinin, kişilerin birbirlerine karşı sözleşme ile taahhüt ettikleri bir işi veya ödemeye ilişkin ifa yükümlülüklerini hiç ve/veya gereği gibi ya da zamanında yerine getirmemelerinden yani ahde vefa ilkesine aykırı davranmalarından kaynaklandığı değerlendirilmektedir. Adalet Bakanlığı tarafından yayımlanan istatistiklere bakıldığında bu tezimiz doğrulanmaktadır. Zira hukuk mahkemelerinde 2024 yılında açılan davalarda birinci sırayı (320.848 adet) boşanma davaları, ikinci sırayı ise (272.138 adet) alacak davalarının aldığı, Ceza Mahkemelerindeki davaların üçüncü sırasını ise 5941 sayılı Çek Kanunu'na muhalefet suçlarının aldığı görülmektedir.
2024 yılına ait bu istatistiki bilgilerden anlaşılan odur ki her şeyden önce “iyi günde, kötü günde” denilerek kurulan aile müessesine karşı bile verilen “bağlılık sözlerinin” yeterince tutulamadığı aile ilişkilerinde dahi haklı ya da haksız ahde vefa ilkesine pek bağlı kalınamadığı anlaşılmaktadır.
Kalıcı çözüm için sözün senet kabul edildiği hâlden, imzanın dahi inkar edildiği anlayışa nasıl evrildiğimizin sebepleri araştırılmalı, herhâlde bu doğrultuda çözüm önerileri geliştirilmelidir. Borçlu olduğunu bildiği hâlde evrak üzerindeki imzasını dahi inkara yönelerek borcunu ödemekten kurtulmaya çalışan bir anlayışa doğru gidildiği dönemde, sözün senet kabul edildiği dönemlere her geçen gün daha çok özlem duymaktayız. Muhatabı ile helalleşmeye önem veren, ahde vefa gösteren bir cemiyet hâline gelebilir isek elbette ki niza ve kavgalar zaman içerisinde kendiliğinden azalacaktır.
Kişinin terazisi kendi vicdanı olmalı ve ne olursa olsun hak konusunda o terazinin ibresi kişi lehine asla şaşmamalıdır. Adalet toplumsal bir kavram gibi gözükse de ilk adımı birey özelinde başlayan, bireyin hayatını şekillendiren temel bir ahlaki değer yargısıdır. İnsanların yaşamı seçimlerinin tezahürüdür. Olaylara gösterdiğimiz tepkilerimiz alternatif davranışlar içerisinden kendi değer yargımıza uygun bularak seçtiğimiz davranışlardır. Seçimlerimizi yaparken hepimiz başkasının hakkına girmeden, sözünde durmayı, üzerimizde başkasına ait bir hak var ise o hakkı gözetmeyi ve böylece adalet duygusunu incitmeden hareket etmeyi hayatımıza yerleştirmeliyiz. Toplumsal barışı tehdit eden ve her geçen gün daha da karmaşık hâle gelen nizaların ancak bu ahlaki değer yargıları ile üstesinden gelebiliriz. Kişinin terazisi kendi vicdanı olmalıdır. En doğru teraziliği hak, hukuk, adalet ve merhamet duyguyu gibi ahlaki değer yargılarından beslenen vicdan yapabilir.
Kaynak: T.C. Adalet Bakanlığı, Adalet İstatistikleri/2009, 2024
Geniş Açı - Fikir ve tartışmada son yazılar...