Uzun zamandan beri Türkiye''nin başkanlık sistemine geçmesi gerektiğini savunan Anayasa Hukuku Profesörü Sayın Burhan Kuzu ile Cumhurbaşkanı''nın 1982 Anayasası''nda derpiş edilen yetkilerini, son çeyrek yüzyılda görev yapan cumhurbaşkanlarının bu yetkileri algılayış ve uygulama biçimlerini, Anayasanın değişmeye muhtaç hükümlerinden bazılarını konuştuk. Parlamenter sistemin Türkiye''nin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğini ifade eden Kuzu, daha fazla vakit kaybetmemek için başkanlık sistemine geçmenin elzem olduğunu belirtiyor. Kuzu, ülkede başkanlık sisteminin yanlış olarak diktatörlük gibi sunulduğunu dile getirerek sözkonusu sistemin bilinmediğini ifade ediyor. Cumhurbaşkanı''nın yetkileri fazla * Sayın Ahmet Necdet Sezer, henüz adaylığı sözkonusu iken yaptığı konuşmada, parlamenter sistem içerisinde cumhurbaşkanının yetkilerinin çok geniş olduğunu söyledi. Sayın Sezer''in bu görüşüne katılıyor musunuz? Bir de artık seçilmiş ve görev başındaki bir kişi olarak, Sayın Sezer''in mevcut yetkilerini kullanma hususunda beklentileriniz nelerdir? Kuzu -Sayın Cumhurbaşkanımızın hem geçen sene, hem de bu yıl Anayasa Mahkemesi''nin kuruluş yıldönümü münasebetiyle yaptığı konuşmaların bizatihi ben de tanığı oldum. Zaten o konuşmalar vesileyisyle kamuoyunun önüne çıkmış oldu. 104. madde konusunda, Sayın Sezer''in fazla bulduğu ve gerçekten parlamenter rejimin ruhuna uymadığı yönündeki görüşünde samimi olduğuna -kendisi açısından bu ifadem- inanıyorum. Buradan iki şey çıkarmak mümkün. Birincisi, hepimizin söylediği, bu maddedeki (104. madde) yetkilerin parlamenter rejimin ruhuna uymadığı. Çünkü sorumsuz bir Cumhurbaşkanının bu kadar yetkileri var. Bu anlamda zaten genel bir kanaat var. Yani deniyor ki, madem ki, Cumhurbaşkanı sorumsuzdur, bu kadar yetki nasıl verilsin? Ama bundan da öteye, ki, bunu konuşma metninden net olarak çıkarmak zor ama, kendisini 15-20 yıldan beri tanıdığım ve görüşlerinden haberdar olduğum için böyle bir sonuca varıyorum; parlamenter rejmin belki de ülke için iyi olduğunu düşünüyor olması. Yani bununla klasik parlamenter rejimden yana olduğunu vurgulamış olması. Birinci görüşüne katılıyorum, ikinci görüşüne itiraz ediyorum. Yani parlamenter rejimi gerçekten Türkiye''nin sorunlarını çözecek bir model olarak görüyor ise, bu görüşte olmadığımı belirtiyorum. * Farklı görüşte olduğunuz bu ikinci kısma geçmeden evvel, bir hususu irdelememiz gerekiyor. Birinci kısımla ilgili olarak Sayın Demirel''in bir uslubuna tanık olduk, yedi yıl. Keza merhum Turgut Özal''ın aynı yetkileri kullanma biçimine şahit olduk. Üç sene içinde çok farklı bir cumhurbaşkanı imajı çizdi. Yine Sayın Kenan Evren''in 1982 Anayasası ile birlikte başlayan cumhurbaşkanlığında yaptıkları uygulamaları gördük. Siz bu üç şahsiyetin cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullanması şeklini değerlendirir misiniz? Çünkü özellikle merhum Özal ile Sayın Demirel''in "yarı başkanlık" ve hatta "başkanlık" sistemini çağrıştıran uygulamaları sözkonusu oldu. Kuzu -Ben aslında Türkiye''de cumhurbaşkanlarının seyrini iki ana grupta topluyorum. Bir defa birinci grupta Atatürk ve İnönü''nün devrini ayrı tutuyorum. Kendine has şartları var. Geriye kalan kısmı ikiye bölüyorum: Kenan Paşa eksen, onun öncesinde Cevdet Sunay ile Korutürk bir model, Özal ile Demirel de ikinci bir model. Türkiye''nin aslında bence bunu dikkate alarak bir yere varması lazım. Niye böyle bir ayrım yapıyorum? Aslında Cevdet Sunay ile Fahri Korutürk parlamenter rejimin istediği cumhurbaşkanları. Hatta Korutürk, birara üzerine fazla gidilince Senato Başkanı''na bir mektup yazdı; benim yetkilerimi yazın gönderin, ne iş yapacağım ben burada dedi! Kenan Evren dönemi Tabii Kenan Paşa, bu durumu görünce şöyle bir şeye kapıldı; siyasi makamdan gelen başbakan ve hükümet daima endişe ile bakılması gereken bir gruptur. Siyasi saiklerle yanlış yapabilir. Nitekim yapmıştır diye düşündü. Dolayısıyla biz de yürütmeyi kuvvetlendirelim, bu lazımdır, ama kuvvetlendirmeyi hükümet kanadında değil de, hakem konumundaki cumhurbaşkanı kanadında yapalım dedi. Ve şu hesaplandı; bu yalnızca Kenan Paşanın şahsı için değil ama, kendisinden sonra da hep askeri cenahtan kişilerin bu makama geleceği düşünülerek; yetkiler arttırılırken hep bu saikle hareket edildi. Çünkü bu kanattan gelenlerin konumları itibariyle "vatan -millet" açısından bir problem yok, resmi görüşü tamamen benimsiyorlar. Atatürk''ün koltuğu önemli bir koltuktur denilerek buraya gelecek kişiler hakem konumunda görülmekle beraber, çok yetkiler verildi. Çünkü hükümetlere güvenilmiyordu. Bunlar salt benim yorumum değil, Sayın Evren''in pek çok konuşma metinlerinde de var. Bu belgelerin hepsi bende var. Özal kabına sığmıyordu Yalnız Özal''ın 1983''ten itibaren büyük bir cesaretle sivil cumhurbaşkanı yolunu açması, 1991''de de bizzat Çankaya''ya çıkması, Kenan Evren''in bu projesini bambaşka bir alana kaydırdı. Yani askeri alandan gelen cumhurbaşkanları serisinin yerine siyasi makamdan gelince, hele bir de Özal gibi bir anlamda kabuğuna sığmayan bir insan ve de aktif başbakanlık gibi bir mevkiden gelmiş kişi olunca, bir anlamda hakem konumunda olan cumhurbaşkanlığı projesini farklı bir alana doğru çekti. Kendisine başbakanlığın aktif ve son derece geniş yetkileri yanında, cumhurbaşkanlığının yetkileri sanki az gibi geldi. Böylece de başbakanlığın geniş yetkileri yanında bunu az gören merhum Özal bir nevi mevcutla da yetinmeyerek, yarı başkanlık , başkanlık modellerine doğru kayma gösteren bir çizgiye gitti. Aynı çizgiden gelen Demirel, onun verdiği cesaretle mevcut yetkileri aynı şekilde kullanmaya başladı. 104. madde Bu açıklamalardan sonra esas olarak sizin başta sorduğunuz Sayın Sezer''in görüşüne dönmek istiyorum. Sayın Sezer şu noktada gerçekten haklı. Çünkü parlamenter rejimin ruhu bakımından, bir defa hakem konumundaki cumhurbaşkanı fazla yetkilerle donatılmış. Şimdi 104. maddeye baktığımız zaman, Anayasanın en uzun maddesi neredeyse. Yasamaya karşı yetkiler, yürütmeye karşı yetkiler, yargıya karşı yetkiler diye saymış. Ayrıca anayasanın 26 değişik yerinde cumhurbaşkanının yetkilerine atıfta bulunulmuş. Peki diyeceksiniz ki, bu kadar çok yetki vermenin zararı ne? Fazla yetki vermenin en büyük zararı, cumhurbaşkanının sorumsuzluğu karşısında bu yetkiden doğan yanlışlığın hesabı kime verilecek? Kim verecek bunu meselesi. Bu çok ciddi bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Mevcut yetkiler bile, Sayın Sezer''in söylediği gibi parlamenter rejimin ruhuna uymuyor. Tabii hakem konumundaki cumhurbaşkanı hep askeri cihetten gelecek diye yetkilendirilip, buna karşılık siyasi makamdan gelince bu yetkiler daha başka anlam kazanmaya başladı. Benim asıl söylemek istediğim şey, anayasadaki yetkilendirme konusunda şöyle bir problem var. 104. madde bunları saymış, fakat Anayasa''da şöyle de bir hüküm var. Diyor ki, Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler aleyhine dava açılamaz. * Burada hemen soralım. 104. maddedeki işlemlerin hangilerini tek başına yapacak? Hangilerini başbakanla birlikte yapacak? Kuzu -Bu ayırımı anayasa yapmamış maalesef. Bu çok önemli. Bakın şimdi siz bir işlem hakkında yargı yolunu kapatıyorsunuz. Ve bunu da Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler için diyorsunuz. O halde 104. maddedeki yetkilerin hangilerini tek başına, hangilerini başbakanla birlikte yapacağını ciddi biçimde ayırmanız gerekir. Nitekim taslak metinde bunlar vardı. Ama maalesef Milli Güvenlik Konseyi buna gerek yoktur diyerek kaldırdı. Ama bunlar Fransa, Almanya ve Yunanistan anayasalarında sayılmıştır. Bence köklü çözüm bunun anayasada açıkça belirtilmesidir. Bu haliyle gitmez * Sizin uzun zamandır üzerinde çalıştığınız ve savunduğunuz bir konu var. Parlamenter rejimin artık çağın ihtiyaçlarına cevap veremediği, bu sebeple başkanlık sistemine doğru dümen kırılması gerektiği, hatta radikal bir şekilde bu değişikliği gerçekleştirmek gerektiği yolunda görüşleriniz var. Bunları kısaca özetler misiniz? Kuzu -Madem ki, Sayın Sezer parlamenter rejime dönüş projesini çizdi konuşmalarında, ki, ben de bir kısım görüşlerine katıldığımı belirttim. Ama bakın mevcut Anayasa, bu haliyle gitmez. Şimdi "Bu Anayasanın öngördüğü hükümet modeli nedir?" sorusuna bizim akademik çevrede beş ayrı görüş var. Bir anayasanın hükümet modeli bilinmiyor. Düşünebiliyor musunuz böyle bir şey dünyada olamaz. Bir kısmı diyor ki, aksak başkanlık hükümeti. Bazıları otoriter başkanlık hükümeti, bir kısmı başkanlı parlamenter sistem, bir başka görüş 1958 Fransız yarı başkanlık modeli, bir kısmı zayıflatılmış parlamenter rejim diyor. Şimdi siz baktığınız zaman bu beşli ayırımda 1982 Anayasası''nın getirdiği formülün hangisi olduğunu anlayamıyorsunuz. Bence bunun beşi de belki yanlıştır. Benim görebildiğim kadar aslında, yarı başkanlık olan Fransız modeli ile Parlamenter rejim arasında sui jeneris, kendine özgü bir yapı var. Sayın Cumhurbaşkanının parlamenter rejime dönüş görüşüne katılmadığımı yukarıda belirtmiştim. Neden katılmadığımı açıklayayım. Çünkü parlamenter rejim artık 21. yüzyılın gerçekten yönetimi olamaz. Parlamenter rejim hantal bir sistemdir. Zaman kaybettiren bir sistemdir. Parlamenter rejim artık bu asırdaki hızlı teknolojinin getirdiği sorunlara cevap veremiyor. Yetişemiyor bunun arkasından. Ani karar almak gerekiyor, seri olarak proje üretmek gerekiyor. Rahmetli Özal, başkanlık sistemini ortaya attığı zaman bunu kastediyordu. Bizim etrafımızda çok düşmanımız var. Çevremizle çok problemimiz var. İçeride kendi derdine düşmüş Türkiye bunlarla baş edemez. İçerde mutlaka istikrarlı bir hükümet bulunması lazım. Ama burada sağlayamıyorsunuz. Şimdi müsaade ederseniz ben bir rakam vereyim. Amerika Birleşik Devletleri''nde başkanlar dört yıl için seçiliyor. 202 yıllık tarihinde başkan sayısı 42''ye tekabül ediyor. Bakın ne kadar sistemli. Dört yıl için biri gelmiş, o gitmiş ötekisi gelmiş. Ne kadar istikrarlı bir yapılanma ki, dünyanın süper gücü olmuş. Bizim ülkemize bakacak olursak; şu anda 57. Hükümet kurulmuş. Normalde dört yıl olması gerekiyor hükümetlerin ömrü. 57''yi 4''le çarparsanız 228 yıl geçmesi gerekli. Yasama, yürütme, yargı Bunu havsalam almıyor! Dolayısıyla artık bu modelden kurtulmak lazım. Tabii sadece hükümet meselesi de değil, bakın söylüyorum Türkiye''de ciddi anlamda kuvvetler ayrımı yoktur. Türkiye''de başbakanların ağırlığını hissediyorsunuz. Yetkili olan tek başına hükümet. Şimdi Anayasaya göre kanun yapma yetkisi güya Meclis''te. Uygulamaya bakıyorsunuz, kanunların yüzde 85''ini hükümet yapmış. Uygulayan da o aynı zamanda. Bütçeye bakıyorsunuz para musluklarının kontrolü güya Meclis''te. Uygulamaya bakıyorsunuz gene hepsini gerçekleştiren hükümet. Denetim zaten çalışmaz. Böyle olunca, yasama, yürütme, hatta yargı hükümetin elinde düğümlenmiş oluyor. Amerika''da bunun tam tersine. Orada Kongre yetki vermezse başkan bir dolar harcayamaz. Muazzam bir şey. Kanun yapma konusunda da hiçbir yetkisi yok. O zaman kim daha yetkili diye sorarsanız, ben diyorum ki, koalisyon hükümetinde bile Ecevit, ABD Başkanı''ndan en az iki kat daha yetkilidir. Dolayısıyla biz neyin kavgasını verdiğimizi bilmiyoruz. Zannediliyor ki, başkanlık sistemi gelince diktatörlük filan olacak. Diktatörlük eğer yetki anlamında kastediliyorsa burada var esas. Bunu söylemek durumunda kaldım en sonunda. Amerika''da başkan yetkilerini kullanabilmek için Kongre ile iyi geçinmek zorunda. Bizde ise Meclis yetkilerini kullanmak için başbakanla iyi geçinmek zorunda! Çünkü bakan olmak için ona borçlu, milletvekili olabilmek için ona borçlu. O zaman sonuç itibariyle kuvvetler ayırımı nerede kaldı? Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Son olarak şunu ifade edeyim; Amerika''da bugün artık başkanlık sistemi lafı kullanılmıyor, bunun yerine kongre hükümeti deniliyor. Yani Meclisin yetkili olduğu hükümet. Doğrusu da budur aslında. Bir şey daha ilave edeyim; Türkiye''de başkanlık modeli aslında bilinmiyor. Meselenin temelinde bu yatıyor. Dokunulmazlık zırhı * Anlaşılıyor ki, 104. madde daha çok tartışılacak. Ama aslında tartışılan yalnızca bu madde değil. Sayın Sezer''in de konuşmasında belirttiği gibi Yüksek Askeri Şura ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarının yargı denetimi dışında tutulduğu 125 ve 159. maddeler de tartışılıyor. Bunlar hakkındaki görüşünüzü ala- bilir miyiz? Kuzu -Gayet güzel ifade ettiniz. Tabii ki tartışılan sadece 104. madde değil. Ciddi anlamda hem saydığınız hem de başka maddeler tartışma konusu. Şöyle bakmak lazım olaya. 1982 anayasasında değişiklik yapılması gerekiyorsa hangi alanlarda bunu yapmalı? Anayasanın daha ikinci maddesinde, "demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir" niteliği getiriliyor. Madem ki dünya standartlarını temel olarak almışsın, bunun da gereğini yapmak durumundasın. Sayın Sezer''in konuşmasında bunlar belli ölçüde vurgulanmış. Sizin sorduğunuz kısım, hukuk devleti alanı ile ilgili örnektir. * Yargı alanı ile ilgili de soracaklarım var ama bu röportaja sığmayacak. Mesela yargı dokunulmazlığı sebebiyle, sade vatandaşın yöneticiler karşısında düştüğü mağduriyet vs. Bazıları dokunulmazlık zırhı içinde istediği gibi hareket edebiliyor. Kuzu -Aslında ona da temas etmek gerekir. Bakın burada hukuk devleti çerçevesinde Anayasa bunu belirtmiş, ama bu arada olağanüstü hal sırasında çıkarılan kanun hükmünde kararnameleri yargı denetimi dışında tutmuş. Yüksek Askeri Şura kararlarını, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarını yargı denetimi dışında tutmuş. Bu ve bunlara benzer birkaç işlem türüne karşı mutlaka yargı yolunun açılması gerekir. Dava açılmasından korkmamak lazım. Bu davalar yargı sürecinden geçecek. Hakimlere güvenmek lazım. Sonuç itibariyle insanları zan altında bırakmak, ardından da dava yolunu tıkamak, bir kere Kopenhag kriterlerine uymuyor. Bu konuda Sayın Sezer''in açıklamalarına aynen katılıyorum. 159. maddedeki yargı muafiyetinin de kalkması gerekir. Deniliyor ki, burada hakimler var. İyi ama bu işlem bir yargılama değil ki. Burada Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu''nun verdiği karar idari bir karar. Alıyorsun bir hakimi bir tarafa sürüyorsun. Bu yargı kararı değil ki, idari karar. Dolayısıyla bunun hakkında yargı denetimi olmasında fayda var.

