Türkiye, bugün sadece bir rüşvet soruşturmasını değil, bir partinin tarihî tükenişini seyrediyor. Cumhuriyet Halk Partisi, kendi içinden kurduğu bir düzenin kurbanı hâline geldi. Ve bu artık basit bir yolsuzluk dosyası değil; bir siyasi çöküş belgesidir.
2019’da yerel seçimleri kazanan CHP, yıllardır ağzına sakız yaptığı “dürüst yönetim”, “halkçı belediyecilik”, “şeffaflık” gibi kavramların içini boşaltmakla kalmadı, onları birer istismar aracına dönüştürdü. Seçmenin umudu, kadroların fırsatçılığına yem edildi. Ve bu tablo, ne bir kişisel sapmanın ne de lokal bir istisnanın ürünü. Bu, tepeden tırnağa bir sistem sorunu. Daha doğrusu, bir sistemsizlik hâli.
Özgür Özel’in “yeni CHP” iddiası, daha ikinci ayında duvara tosladı. Ne kadrosu, ne söylemi, ne siyasi iradesi bu enkazın altında nefes alabiliyor. Parti içi hiziplerin, belediye ağlarının, medya çetelerinin arasında sıkışmış, edilgen, kırılgan bir genel başkan profiliyle karşı karşıyayız. Siyaset değil, idare yapıyor. Kriz değil, algı yönetiyor. Her dosya çıktığında sorumluluk almaktan kaçan, her skandalda “kumpas” diyen, partiyi savunmakla pisliği örtbas etmeyi karıştıran bir irade… Bu artık sadece bir zayıflık değil; bu, siyasi ahlak bakımından bir iflastır.
İstanbul’da ise bambaşka bir hikâye yazılıyor. Ekrem İmamoğlu, yerel yönetime değil, kendi ikbaline odaklanmış bir figür olarak, belediyeyi bir siyasi yatırım ofisine çevirmiş durumda. Kamu kaynaklarıyla kurulan medya koridorları, fonlanan kalemler, danışman ordusu ve “aile şirketi” gibi işleyen iştirakler… İstanbul, artık bir yerel yönetim alanı değil, bir siyasi holdingdir. Ve bu holdingin patronu, halkın değil, kurduğu çıkar düzeninin önceliklerini dinlemektedir.
İmamoğlu’nun Avrupa başkentlerinde oynadığı “mağdur lider” tiyatrosu ise artık trajikomiktir. Kendi şehrinde dönen ihaleleri görmeyen bir lider, uluslararası toplantılarda demokrasi dersi veremez. Demokrasi; şeffaf ihaleden, bağımsız denetimden, yolsuzlukla mücadeleden başlar. Belediyeyi “kendi evinin uzantısı” gibi yöneten, makamı aile ve arkadaş çevresine ihale eden bir isim, ne içeride ne dışarıda meşru kalabilir.
CHP’nin bu kriz karşısındaki refleksleri ise daha vahim. Parti, her zamanki gibi savunmaya geçti. Yargıya, gazetecilere saldırıyor. Suçun üzerine gitmek yerine, algıyı yönetmeye çalışıyor. Oysa ortada artık savunulacak bir taraf kalmadı. Ortada, belediye şirketlerinin karakutuya döndüğü, ihalelerin aile içi döngüyle döndüğü, danışmanlık bedellerinin siyasi sadakate göre belirlendiği bir çürüme var. Bu bir parti içi mesele değil, kamusal güvenliğe dair bir tehdittir.
CHP’nin yaşadığı bu çürüme, sıradan bir politik zaaf değil; bir siyasi rejimdir. Seçimle kazanılan belediyeler, seçilmemiş kliklerin elinde, siyasi arpalıklara dönüşmüştür. Genel merkez iradesi yok hükmündedir. Kurumsal denetim yoktur. Disiplin yoktur. Sadece korkaklık ve koltuk endişesi vardır. Ve bu yapının adı artık muhalefet değil; organize çıkar yapısıdır.
Parti içinden kimse konuşamıyor. Konuşan dışlanıyor, susan yükseliyor. CHP, bir fikir hareketi olmaktan çıkıp, bir rant organizasyonuna evrilmiştir. Ahlaki üstünlük zırhı yırtılmıştır. Sosyal demokrat söylemler, ihaleci teknokratlara zemin hazırlamak için kullanılmaktadır. Halkçılık laftadır, halktan kopukluk ise gerçekte.
Bu sürecin sonunda sadece CHP değil, tüm muhalefet ağır bedel ödeyecektir. Kararsız seçmen uzaklaşacak, merkez sağ desteği geri çekilecek, büyükşehirlerdeki seküler orta sınıf, artık “bunlara belediye bile emanet edilmez” diyerek iktidara yönelme sinyali verecektir. CHP’nin bu iflası, sadece bir partinin değil, muhalefetin stratejik alan kaybının da belgesi olacaktır.
Bu işin sonunda tek bir gerçek kalacak: CHP, kendi yönettiği belediyelerdeki rüşveti, yolsuzluğu ve ahlaksızlığı açıklayamazsa; ne demokrasi, ne sosyal adalet, ne de iktidar hayali kurabilir. Bir siyasi hareketin geleceği, önce kendi içine bakarak şekillenir. CHP bugün aynaya baktığında gördüğü şey ne iktidar ne de umut. Sadece kendine benzeyen bir enkaz.
Nur Tuğba Aktay'ın önceki yazıları...