8 Aralık 2024, 61 yıllık diktatörlüğün sona erdiği gün olarak Suriye’de Hürriyet Günü’nü başlattı. Bu yıl dönümü, sahadaki güç dengelerinin yeniden şekillendiği kritik bir eşik. Topraklarının büyük bölümünde devlet otoritesini yeniden tesis etmeye devam eden Şam için bu yıl dönümü, geçmişin değil geleceğin eşik taşı. Bölgeyi dikkatle okuyan herkes biliyor: Suriye artık eski Suriye değil. Ve bu dönüşümün merkezinde, Ankara’nın son on beş yıldır adım adım ördüğü güvenlik stratejisinin ağırlığı tartışmasız şekilde hissediliyor.
Son haftalarda ortaya çıkan bilgiler, ABD’nin Kuzeydoğu Suriye’deki fiziksel angajmanını azaltmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Tom Barrack’ın Senato’da yaptığı açıklama boşuna değil; Washington yeni fazda askerî vesayetten ziyade ekonomik baskı ve diplomatik yönlendirme araçlarına yaslanacak. Caesar yaptırımlarının gevşemesi, enerji ve altyapı yatırımlarına verilen sinyaller, ABD’nin sahada geri adım atmadığını ama oyun tarzını değiştirdiğini kanıtlıyor. Fakat bu tablo, en çok da Suriye’nin devlet kapasitesini yeniden inşa etme iradesini güçlendiriyor.
Yakın vadede Suriye ordusuna sağlayacağı konuşulan hafif silah sistemleri ve İHA-SİHA entegrasyonu, Suriye Arap Cumhuriyetinin yıllardır eksik kalan konvansiyonel kapasitesini yeni bir seviyeye taşıyacak. Şam’ın hava ve deniz unsurlarının kurumsal bir çerçeveye kavuşması, sadece bir teknik atılım değil; bölgedeki güç mimarisini kökten değiştirecek bir hamle. Emniyet teşkilatının merkezî bir komuta yapısına kavuşması, istihbarat koordinasyonunun güçlendirilmesi, devletin yeniden tek bir omurga etrafında toparlandığını gösteriyor.
Altyapı göstergeleri de aynı tabloyu teyit ediyor: Şam’da 7/24 elektrik erişiminin sağlanması, savaş sonrası dönemin en sembolik kırılmalarından biri. Caesar yaptırımlarının kalkmasıyla birlikte ekonomik hareketlilik yeniden canlanmaya; Körfez sermayesi geri dönmeye ve diaspora yatırım yapmaya hazırlanıyor. Böylelikle uluslararası tanınırlık genişleme yönünde ilerliyor. Suriye, uzun süre sonra ilk kez bölgesel “istikrar çekim alanı” olma ihtimalini masaya koyuyor.
Ancak bu sürecin en kritik başlığı hâlâ aynı: SDG/PKK terör örgütü yapılanmasının geleceği.
Ve burada fotoğraf Türkiye açısından çok berrak.
Ankara yıllardır aynı temel cümleyi tekrarlıyor:
“Tek bir örgüt olarak varlık sürdüremezsiniz. Dağılacak ve bireysel olarak Suriye ordusuna entegre olacaksınız.”
Bu, diplomatik nezaket içinde ifade edilse de, arkasında bükülmez bir devlet kararlılığı taşıyor. Çünkü SDG’nin varlığı Türkiye için teknik bir güvenlik başlığı değil; sınır güvenliğinin ontolojik kırmızı çizgisi. Ankara’nın kırmızı çizgilerinin laf olsun diye yazılmadığı herkes tarafından görüldü: Fırat Kalkanı’ndan Zeytin Dalı’na, Barış Pınarı’ndan Pençe serisine kadar Türkiye, sahada sözünü hayata geçiren bir devlet olduğunu kanıtladı; her harekât, büyük bedellerle, aziz şehitlerimizin ve gazilerimizin kahramanlığı ile yazıldı.
Bugün sahada yeni bir gerçeklik beliriyor. ABD’nin geri çekilmesi SDG’ye özgürlük alanı açmıyor; tam tersine onları Ankara’nın stratejik ağırlığıyla daha doğrudan karşı karşıya bırakıyor. Amerika’nın sahadaki fiili koruma ve caydırıcılık rolü, artık eskisi kadar işlemiyor; “ABD burada, dokunma” kalkanı hızla inceliyor. Bu yapı bugün olduğundan daha kırılgan, daha yalnız ve daha zor bir döneme giriyor.
Dahası, çoğu analistin yüksek sesle söylemekten çekindiği gerçek de artık saklanamıyor:
SDG, yerel bir milis değil; CENTCOM’un operasyonel aklı ile İsrail’in bölgesel reflekslerinin ortaklaştırdığı bir vekâlet aracıdır. Tel Aviv’in bu yapıdan vazgeçmek istemeyeceği sır değil; çünkü SDG, İran’ın Şam-Beyrut hattında kurmak istediği koridora karşı elde kalan son erken uyarı noktasıdır.
Fakat Türkiye’nin pozisyonu burayı kilitliyor.
Ankara’nın kararlılığı, yalnızca terörle mücadele değil; bölgedeki vekil sistemini kıracak bir jeopolitik müdahale mimarisidir. SDG sonlanmadan ne Suriye’de gerçek bir üniter yapı kurulur ne de Türkiye’nin güneyinde kalıcı bir istikrar sağlanır.
Ve artık zaman, açık şekilde Ankara-Şam hattının lehine çalışıyor. Arap aşiretlerinin artan “fırsat kaçırma korkusu” nedeniyle merkeze yönelmesi, SDG’nin sahadaki meşruiyetini hızla aşındırıyor. Bu denklemde Suriye için en değerli kaynak askerî güç değil, zamanın kendisi. Ve zaman artık merkezî devlet ile Türkiye’nin stratejik öncelikleri lehine akıyor.
Bu yıl 8 Aralık, Suriye Hürriyet Günü olarak geçmişin anısı değil; geleceğe bir uyarı metni.
Ankara sahayı okuyor, oyunu görüyor ve adımlarını buna göre atıyor. Okuyamayanlar, bölgedeki yeni gerçekliğe hazırlıksız yakalanacak!

