Kaydet
a- | +A

"Hayallerimiz de sevinçlerimiz de hepten kursağımızda kaldı…" dediğimiz 30 Ekim'de korkunç bir sallantıyla uyandık. Evimiz başımıza yıkılmıştı.

Amcaoğlu anlatırken sanki o günleri tekrar yaşıyordu:

-Babam Koyunören köyünün imamıydı. Ne ileri ne geri gitmeyen orta hâlli, kimseye muhtaç olmayan bir hayat tarzımız vardı. Babacığım senelik iznini alıp Tokat’a, dayılarının yanına gitmişti. Akrabalarımızın desteğiyle bir bahçe satın alınmış köşesine de ev yaptırmaya çalışıyordu. Bu gidişte “Birkaç aya kalmaz evimiz biter, kiraya veririz, sıkıntılarımız da hafifler…” diyor, merakla neticeyi bekliyorduk. Şehirde evi olanların arasına katılma sevincimiz zirve yapmıştı anlayacağınız. Ne hayaller kuruyorduk, ah bir bilebilseydiniz!

"Hayallerimiz de sevinçlerimiz de hepten kursağımızda kaldı…" dediğimiz 30 Ekim'de korkunç bir sallantıyla uyandık. Evimiz başımıza yıkılmıştı. Bizde ölen ve ağır yaralanan yoktu ama komşularımız, Narman'ın ve Horasan’ın köylerindeki akrabalarımız, nice eş, dost ve tanıdıklarımız toprak altında kalmıştı. Neredeyse her evde ölen ve ağır yaralananlar vardı. Koyun kuzu, sığır ve bütün hayvanlarımız, bir yaz boyunca köstebek gibi biriktirdiğimiz yağ peynir, tahıl ve erzaklarımız da toprak altında kalmıştı. Hepten kaybetmesek de hayvanlarımızın çoğu telef olmuş, bir kış boyunca yiyeceklerimizin çoğu da taşa toprağa karışmıştı. Anlayacağınız, bu kış başında işimiz çok zor görünüyordu. Bir tarafta Erzurum’un soğuğu, ağzını açmış korkunç bir canavar gibi üstümüze üstümüze geliyor, beri tarafta açıkta kalan bebeler, ihtiyarlar, çaresiz ebeveynler, yaralılar, hastalar… Kim ne yapacağını bilemiyordu!

Toprak altında kalıp ölenleri son duraklarına uğurlamıştık lakin geriye kalanların hâli içler acısıydı. Bu içinde bulunduğumuz meselenin nasıl neticeleneceği, problemlerimizin nasıl çözüleceği ise bir muammaydı. Perişanlığımızı anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyordu.

Hikâyem pek derindir,

Dili gayet serindir,

İstediğin gibi yat,

Bura senin yerindir.

Yaralarımız derinleştikçe, farklı yaralandığımızın farkına varmaya başladık. Zelzeleyle birlikte hayat durmuş, herkes fukaralığın dibini görmüştü. Ne kadar kısmaya çalışsak da olmuyor, iki yakamız bir araya gelmiyordu. Hülâsa; evi geçindirmeye, çoluk çocuğu muhafaza etmeye zavallı babacığımın kuvveti yetmiyordu.

Beklediğimiz kar da kış da çok kısa zamanda geldi çadırlara dayandı. Kaçacak, sığınacak hiçbir yerimiz yoktu. Ankara’dan heyetler gelip gidiyor. Rol icabı süslü cümlelerle heyecanımızı ve korkumuzu yatıştırıyor, bolca “yapacağız, edeceğiz…” nutukları çekiyor, çıkıp gidiyorlardı. Bir çamurlu gün de Diyanet İşleri Reisi çıkageldi. Babamın imam olduğunu ve ailenin perişan hâlini görünce kartını çıkarıp verdi. “Hocam böyle olmaz! Yarından tezi yok müftülüğe uğra hemen Ankara'ya gel…” dedi ve pek üzgün de ayrıldı Koyunören köyünden. Zaten yapabileceği fazla bir şey de yoktu.

Babacığım bizleri rüzgâra, soğuğa karşı daha münasip hâle getirilmiş bir çadıra yerleştirdi, ihtiyaçlarımızı görebildiği kadar gördü. Hemen ertesi günü yollara düştü. Bizde bir ümit yeşerse de etrafımızdakileri görüp sevinmek kimin aklına gelirdi. DEVAMI YARIN

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

ÖNE ÇIKANLAR