Türkiye'nin PKK’ya karşı ülke içinde ve dışında yürüttüğü harekâtlara tepki gösteren bazıları barış kelimesi etrafında dönen açıklamalar yapıyor. Bunlara bakılırsa taraflar arasında “barış sağlanmalı”. Çünkü “savaşla elde edilecek bir şey yok”; “tarafların birbirini karşılıklı olarak öldürmek yerine oturup konuşması lazım.” Meselâ Meral Akşener Diyarbakır gezisinde yaptığı konuşmada “mesele silahların susmasıysa biz buna hazırız” mealinde sözler sarf etti.
Bazı kelimelerin cazibesinden ve büyüsünden yararlanmak isteyen bu yaklaşımda çeşitli yanlışlar var.
En başta barış veya savaş olması için iki tane siyasal egemenin karşı karşıya gelmesi lazım. PKK ile mücadelede böyle bir durum söz konusu değil. PKK her ne kadar Suriye ve Irak'ta üslenmiş ise de buraların egemenliğinin kullanımına sahip olduklarına ilişkin bir anlaşmanın varlığına dair bir bilgi yok. Dolayısıyla Türkiye gibi egemen bir devlet ile bir tür çeteyi siyasal bakımdan aynı kaba koymak yanlış.
İkincisi, terör bir uluslararası suçtur. Uluslararası hukuk terörle mücadelede ülkelere sıcak takip gibi haklar veriyor. Türkiye de bunu yapıyor. Topraklarında terörist unsurlar besleyen ve sadece askerlerin, polislerin ve korucuların değil aynı zamanda sivillerin de ölümüne yol açan vahşi eylemlere imza atan bir örgütü takip ediyor. Aynen İsrail’in, ABD'nin yaptığı gibi. Bu yüzden Türkiye'nin bölgedeki operasyonları barışın ihlâli olarak görülemez.
Kürt sorununun kökünde, dar anlamda cumhuriyet döneminde -yani demokrasi öncesinde- 1925'te çıkarılan bir kanun ile Kürtçenin toplumsal hayattan dışlanmak istenmesi yatıyor. Bu elbette yanlış ve vahşi bir adımdı. Ancak, işe yaraması mümkün değildi; nitekim yaramadı da. Kürtler ne Kürt olduğunu ne de Kürt dilini unuttu.
Ancak, demokrasiye geçilmesi Kürt probleminde de yumuşama adımlarını ortaya çıkardı. Bir defa Kürtler de seçmen oldu. İkincisi Kürtler değişik siyasi partilerde görevler aldı. Büyük bir ihtimâlle PKK doğmasaydı Kürt meselesinde bugün ülke daha iyi bir yerde olacaktı. Maalesef PKK ortaya çıktı ve silahlı eylemlere başladı. Bu ister istemez toplumda tepki çekti ve silahlı saldırıya karşı silahla direnme çağrıları geldi. Böylece problem ağırlaştı. Problemde çözüme ilerlenmesinin bir şartı daha eksikti: MHP gibi Türk varlığına dayanan siyaset yapan bir ekibin bulunmasına rağmen Kürt etnisitesine dayanan bir siyasi partinin bulunmaması.
Bu yüzden Kürtler bir süre SHP-CHP bünyesinde bulundu. Daha sonra kendi partilerini kurmaya yöneldi. Bunu mümkün hâle getiren önemli bir adım AK Parti’nin sadece Kürt meselesi endişesiyle değil kendi geleceğini de kurtarmak için parti kapatmayı zorlaştırmasıydı. Bugünkü Kürt partileri bir anlamda varlıklarını bu adımlara borçlular.
AK Parti bununla da kalmadı; Kürt meselesinde cumhuriyet tarihi boyunca görülen en önemli reformları yaptı. Kürtçe üzerindeki ipotek kaldırıldı. Kürtleri ret ve inkâr politikaları sona erdirildi. Kürtçe televizyon açıldı. Kürtçe siyasi propaganda yapmak serbest bırakıldı. Üniversitelerin bazılarında Kürt dili ve edebiyatı programları kuruldu. Kürtçe kitapların ve yayın organlarının önü açıldı. Bu süreç devam etseydi bugün muhtemelen Kürtçenin eğitim dili ve en azından bir bölgede ikinci resmî dil olması konuşuluyor olacaktı. Ne yazık ki hepsi terörün gölgesinde kaldı.
Şimdi gerçekten barış isteyenler ilk olarak terörün sona ermesini talep etmeli ve demokratik imkânları kullanmayı denemeli. Bu süreç yavaş ilerler gibi görünür ama uzun vadede çok daha hızlı yol almayı sağlar. Bu yüzden gerçekten barış isteyenlerin öncelikle karşı çıkması gereken şey PKK terörüdür. PKK terörünü telin etmeden yapılan her barış çağrısı bir aldatmacadır.