Diller ve devletler

A -
A +

Uluslararası Anadili Günü olan 21 Şubat’ta TBMM’de ilginç bir vaka yaşandı. Bir DEM milletvekili kürsüden Kürtçe bir şeyler söylemek istedi. Buna AK Parti, MHP ve İP milletvekilleri tarafından tepki gösterildi. Yapılan açıklamalarda Türkiye’nin resmî dilinin Türkçe olduğu ve DEM milletvekilinin davranışının bölücülük yapmak anlamına geldiği iddia edildi.

 

İnsanların hayatında, uzun vadeli bakıldığında, diller mi yoksa devletler mi önce gelir? Toplumsal hayat açısından hangisi daha mühimdir?

 

Bana göre bu sorulara verilecek cevap belli: Diller devletleri önceler. Toplumsal varlık açısından da diller elbette daha önemlidir. Devlet çok daha yakın tarihlerde ortaya çıkmış yeni bir varlık. Her devlet belli bir coğrafyada yer alır. Sonradan gelen devletlerin yerleştikleri veya üzerinde hâkimiyet kurdukları topraklarda eskiden beridir yaşamakta ve kullanılmakta olan diller bulunabilir. Bu durumda, devletler insanların dillerine ve dolayısıyla da dillerini kullanan insanlara saygı göstermekle mükelleftir. Bunun yapılması insanların huzur ve güven içinde ve eşit vatandaşlar olarak yaşaması için de şarttır. Sonuç olarak, dillerin varlığı ve meşruiyeti devlete dayanmaz, tam da tersine, devletin meşruiyeti, mevcut dillere ve o dili konuşanlara saygı göstermesine dayanır.

 

Bu çerçevede Türkiye’ye bakınca karşımıza çıkan manzara nedir?

 

İçinde yaşadığımız coğrafyada mevcut devletlerin ortaya çıkması yaklaşık olarak son yüzyıl içinde vuku buldu. Ondan önce bu topraklarda başka siyasi otoriteler vardı ve insanlar bugün kullandıkları dilleri kullanarak yaşamaya devam etmekteydi. Bölgede ilk doğan devlet dar anlamda bir cumhuriyet olan Türkiye idi.

 

Ne yazık ki, imparatorluk vârisi olmasına rağmen, Türkiye’nin kurucuları bir toplu reddiye yaptı; imparatorluk zihniyetinden uzaklaşarak bir ulus oluşturmak ve devlet ile bir ulusu özdeşleştirme arayışı içine girdi. Bu tavır iktidarları hem ülke tarihiyle hem de kendi halkıyla ciddî bir kavga içine soktu. Nitekim, Onuncu Yıl Marşı’nda on yıl içinde tümünden galip çıkıldığı vurgulanan savaşlar da klasik anlamda olmaktan çok bu doğrultuda verilen savaşlardı. Türkçe, ne yazık ki, yukarıdan inme bir harf değişikliğine maruz bırakıldı. Bu, mevcut yazılı kültürün önemli ölçüde reddi ve erimesi anlamına geldi. Türkçenin ifade gücü de zamanla çok azaldı. Ancak, topluma haksız müdahaleler bununla sınırlı kalmadı. Yoğun bir "Türkleştirme" çabasına şahit olundu. Bundan belki en büyük zararı Kürtçe gördü. Önce Kürtçenin toplumsal hayatta kullanımı yasaklandı. Daha sonra buna uygun bir eğitim sistemi kurularak bütün Kürtler Türkçe öğrenmeye mecbur ve mahkûm edildi. Durumun tuhaflığını şuradan anlayabiliriz: Çok dilli ülkelerde insanlar diğer dilleri de öğrenmeye çalışır ve öğrenir. Buna karşılık Türkiye’de hemen hemen bütün Kürtler Türkçe öğrenirken Kürtçe bilen ve bunu isteyen Türk yok gibidir…

Türkiye’nin resmî dili Türkçe. Ancak, resmî dil insanları günlük hayatlarında ve eğitimde kullanacakları dil açısından bağlamaz. Bu alanda tam ve tartışılmaz bir hürriyet olması gerekir. Ayrıca, üniter bir devlet olması Türkiye’nin çok dilliliğin gerekleri doğrultusunda hareket etmesine engel teşkil etmez. Türkiye’nin, topraklarında birden çok dilin bulunması yüzünden, diğer dillerin varlığına hoşgörü göstermesi ve (Arapça, Lazca, Çerkezce, Kürtçe konuşanlar gibi) dil gruplarının taleplerini tartışmaya açması mümkündür. Çünkü, anayasalar ve kanunlar insan yapımıdır ve değişmeye açıktır.  

 

MHP ve İP’in DEM milletvekiline gösterdiği reaksiyon anlaşılabilir ve olağan görülebilir. Ancak, Kürt meselesinde şimdiye kadarki en büyük reformları gerçekleştirmiş olan AK Parti’nin de bu partilere katılarak tepki göstermesi çok yanlış ve üzücü oldu.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.