Bir zamanlar dünyada yirmi bin civarında dilin yaşadığı tahmin ediliyor. Bugün ise yaşayan dillerin sayısı altı bin kadar ve bu sayı gitgide azalmakta. Bazı diller, tabiri caizse, ölmekte. Bunda dünyanın globalleşmesi, bazı ülkelerin ve kullandıkları dillerin öne çıkması ve bazı dillerin diğer dillere nispetle daha zayıf olması önemli bir faktör. Bu açıdan, mesela, Fransızca ile İngilizceyi karşılaştırmak ilginç olabilir. 19. yüzyıl dünyasında Fransızca global bir dil iken zamanla bu statüsünü İngilizceye kaptırdı ve tahttan düştü. Her ne kadar Fransızlar hazmedemese de durum bu. Bugün de çoğu lisan İngilizce karşısında zor durumda. İngilizce biliyorsanız bütün dünyada yaşamanız ve iş yapmanız mümkün. Diğer taraftan, İngilizce dâhil tüm diller başka bir problemle de yüzleşmek zorunda. İnternet çağında daha ziyade emojilere dayanan bir tür yeni bir lisan özellikle gençler arasında gitgide yayılmakta.
Kuşku yok ki dillerin sayısının azalmasında önemli bir faktör ulus devlet kurma ve devletler eliyle ulus oluşturma çabaları oldu. Genellikle sanıldığının tersine önce uluslar varlık alanına çıkmış ve sonra da bu uluslar ulus devletlerini kurmuş değil. Tam da tersine, önce ulus devletler ortaya çıkmaya başladı ve sonra bunlar egemen olduğu topraklardaki insanları bir ulus olarak birleştirmeye ve benzeştirmeye çalıştı. Bu çabalar da şu veya bu derece başarılı veya başarısız oldu.
Bu tecrübe Türkiye’de de yaşandı. Bu çerçevede en büyük mağduriyeti yaşayan halklardan biri Kürtlerdi. Dar anlamda cumhuriyet döneminde, yani tek parti yönetimi altında, başka bir deyişle cumhuriyetin retorikte var olduğu fiiliyatta ise bir tek parti diktatörlüğünün hüküm sürdüğü yıllarda, Kürtçenin toplumsal hayatta kullanılması yasaklandı. Bu akla, mantığa ve alandaki hakikate aykırı bir hareketti. Aynı zamanda tüm temel insan haklarına da zıttı. İnsanların bildiği lisanı kullanmasının önlenmesi, daha doğrusu önlenmeye çalışılması, o insanları bir anlamda ölüme mahkûm etmekti. Nitekim, bu karar nispeten geniş Kürt kesimlerinin toplumsal hayattan bir ölçüde de olsa dışlanmasına yol açtı. Ancak, insanlar doğal ve kaçınılmaz olarak anne kucağında öğrendikleri lisanı kullanmaya devam etti.
Yasak kararı Kürtçenin yok edilmesini başaramadı. Kürt dili bir şekilde yaşadı. Kürtler kimliklerini muhafaza etti ve Türklerden ayrı bir etnik topluluk olduklarını hiçbir zaman unutmadı. Her ne kadar PKK terörü gayrimeşru ve mutlaka sonlandırılması gerekli ise de geniş anlamda Kürt probleminin altında yatan hikâye, kısaca, bu.
Bu çerçevede şimdilerde Kürt problemi içinde veya etrafında tartışılan bir konu var: Kürtçenin eğitim dili olması. Daha açık ifade edersek, tartışılan, Kürtçenin eğitim sistemi içinde öğretilmesi değil, bu zaten şu veya bu derece başarıyla bir ölçüde yapılmakta, Kürtçeye dayanan bir eğitim verilmesi. Eğitim dilinin Kürtçe olması. Türk faşistleri “burası Türkiye’dir”, “Türkiye’de yaşayan herkes Türkçe konuşmak ve kullanmak zorundadır” türünden cevaplar vermeye çalışabilir. Ancak, bu sözler soruya cevap vermekten ziyade reaksiyon göstermek anlamına gelir. Zira, hepimiz biliyoruz ki, diller devletlerden eskidir ve insan hakları teorisi açısından sonradan gelen bir şey önceden var olan bir şeyi ortadan kaldıramaz. Kürtçe bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 1923’te şeklen 14 Mayıs 1950’de fiilen kurulmasından çok önce vardı. Yani Kürtçe Türkiye devletinden daha eski. Bu yüzden devlete düşen görev Kürtçeyi imha etmeye çalışmak değil ona saygı göstermektir. Bu saygının bir adımı ve göstergesi de Kürtçeyi eğitim dili yapmanın yolunu açmaktır.
Atilla Yayla'nın önceki yazıları...