Dr. Mustafa Öztürk
Osmanlı toplumu, İslam dininin insan onuruna verdiği kıymeti temel alarak, engellilik durumunu yalnızca fiziki bir eksiklik olarak değil, aynı zamanda bir imtihan, sabır ve erdem kaynağı olarak görmüştür. Bu perspektif, sosyal hayatın her sahasında engellilerin korunması, desteklenmesi ve topluma aktif katılımlarının sağlanması yönünde somut uygulamalara dönüşmüştür.
Osmanlıda vakıf kültürü, sosyal vicdanın somut bir ifadesi olarak engellilere yönelik destek ve yardım mekanizmalarının belkemiğini oluşturmuştur. Vakıflar, sadece maddi ihtiyaçları karşılamakla kalmayıp, engellilerin manevi dünyalarına dokunmayı, onlara saygı ve insanlık onurunu koruyan bir hayat sunmayı hedeflemiştir.
Osmanlı toplumunda, engelli fert, eksik değil, tamamlayıcıdır.
Tarih boyunca engellilik olgusu, toplumların kültürel, dinî ve sosyal yapıları doğrultusunda farklı şekillerde algılanmış ve değerlendirilmiştir. Bazı cemiyetlerde engelli fertler dışlanmaya maruz kalırken, kimi medeniyetler onları sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası olarak görmüş ve koruyucu, destekleyici yaklaşımlar geliştirmiştir. Bu kontekste Osmanlı İmparatorluğu, engellilere karşı sergilediği merhametli, adil ve kapsayıcı tutumuyla öncü bir medeniyet örneği teşkil eder.
Osmanlı toplumu, İslam dininin merhamet ve insan onuruna verdiği kıymeti temel alarak, engellilik durumunu yalnızca fiziki bir eksiklik olarak değil, aynı zamanda bir imtihan, sabır ve erdem kaynağı olarak görmüştür. Bu perspektif, sosyal hayatın her sahasında engellilerin korunması, desteklenmesi ve topluma aktif katılımlarının sağlanması yönünde somut uygulamalara dönüşmüştür. Vakıf kurumlarından hukuki düzenlemelere, eğitim ve istihdam politikalarından sosyal yardım mekanizmalarına kadar geniş bir yelpazede bu anlayışın izlerini görmek mümkündür.
Osmanlı toplumunda engellilik, yalnızca bedensel bir yetersizlik değil; aynı zamanda bir takdir-i ilahi, sabır ve ruhsal olgunluk göstergesi olarak algılanmıştır. Bu anlayışın temelleri, Kur’ân-ı kerimin insana atfettiği mukaddes değerde ve Hazreti Peygamber’in engellilere yönelik şefkatli yaklaşımında saklıdır. Engelliliğin toplumdan dışlanması değil, topluma dâhil edilmesi gerektiği yönündeki bakış açısı, Osmanlının sosyal dokusunda kendine kalıcı bir yer edinmiştir.
Bu yaklaşım, yalnızca bir inanç ilkesi olarak değil; günlük hayatta, saraydan çarşıya kadar geniş bir yelpazede somut örneklerle vücut bulmuştur.
Osmanlı toplumu, bireyin değerini yalnızca sağlıklı oluşunda değil; sabrında, direncinde ve topluma kattığı anlamda aramıştır. Sosyal saygı; kudrete değil, karakterin vakarına, dış görünüşe değil, gayretin izzetine yönelmiştir. Bu anlayış, Osmanlının insan merkezli yönetim felsefesinin ve medeniyet vizyonunun temel taşlarından biri olmuştur.
HUKUKİ BOYUT: EŞİTLİK ZEMİNİNDE ADALET
Osmanlı hukuk sistemi, engelliliği bir yetersizlikten çok, korunması gereken insani bir hassasiyet olarak değerlendirmiştir. Engelli bireyler, dönemin hukuki yapısında bir ayrımcılığa değil; tam aksine, eşitlik zemininde adalet anlayışına dayanan bir koruma sistemine tabi tutulmuştur. Miras hukukundan vergi muafiyetine, istihdam imkânlarından mahkemelerdeki haklara kadar birçok sahada engelliler hak sahibi fertler olarak tanınmıştır.
Miras düzenlemelerinde, zihinsel ya da bedensel engelli kişilerin hakları sınırlandırılmamıştır. Şer’i hukuk çerçevesinde, engelli bir çocuğun, sağlıklı kardeşleriyle eşit şekilde miras alması temel bir hak olarak güvence altına alınmıştır. Dahası, Osmanlı aile yapısında ahlaki sorumluluk duygusu, kimi zaman hukuki zorunluluğun da ötesine geçmiş; aile büyükleri, engelli fertler için özel vasiyetnameler yazarak onların hayatını teminat altına alma gerekliliğini bir vicdan borcu olarak görmüştür.
Vergi düzenlemelerinde ise ağır fiziki veya zihinsel engeli bulunan fertler, devletin ekonomik yükümlülüklerinden muaf tutularak desteklenmiştir. Bu muafiyetler sadece bireyin değil, aynı zamanda ailesinin de hayatını kolaylaştıran ve sosyal dayanışmayı güçlendiren bir rol oynamıştır. Böylece hukuk, sadece bir ceza ve düzenleme mekanizması değil, sosyal adaletin ve toplumsal vicdanın sesi hâline gelmiştir.
Osmanlıda engelliler, yalnızca yardım ve merhamet nesnesi değil; aynı zamanda kabiliyetleriyle topluma değer katan üretken bireyler olarak kabul edilmiştir. Devletin en üst katmanlarından halkın gündelik hayatına kadar, engellilikle üretkenliğin el ele yürüyebileceğini gösteren sayısız örnek vardır. Sarayda vazife yapan görme engelli sanatçılar, medreselerde eğitim alarak hafız olan bireyler, hat ve tezhip gibi sanatsal alanlarda maharet kazanan kişiler, bu anlayışın en güçlü tezahürlerindendir.
Bir görme engellinin sanatıyla bir padişahı mest etmesi ya da bedensel engelli bir ustanın zarif bir ebru çalışması üretmesi, Osmanlı toplumunun engelliliğe biçtiği değeri anlatmak için yeterlidir. Bu toplumda, engelli fert, eksik değil, tamamlayıcıdır. Kimi zaman ilham kaynağı, kimi zaman sanatkâr; ama her zaman toplumun bir parçasıdır.
Bu bakış açısı, Osmanlının insan merkezli sosyal yapısının ve her ferdin yaratılıştan gelen onurunu esas alan kültürel mirasının bir yansımasıdır. Engellilik, toplumsal hayattan soyutlanması gereken bir kusur değil; yetenekle yoğrulduğunda anlam kazanan bir farklılık olarak görülmüştür.
Osmanlıda vakıf kültürü, sosyal vicdanın somut bir ifadesi olarak engellilere yönelik destek ve yardım mekanizmalarının belkemiğini oluşturmuştur. Vakıflar, sadece maddi ihtiyaçları karşılamakla kalmayıp, engellilerin manevi dünyalarına dokunmayı, onlara saygı ve insanlık onurunu koruyan bir hayat sunmayı hedeflemiştir.
Tarihî kökleri Selçuklu ve diğer İslam medeniyetlerine uzanan vakıf sistemi, Osmanlıda âdeta bir sosyal refah ağı fonksiyonu görmüştür. Yalnızca engelliler değil, yoksullar, yetimler, yaşlılar ve diğer dezavantajlı gruplar da bu geniş yardım ağı içinde korunmuştur. “Her gün gözleri görmeyen bir fakire sıcak çorba verilmesi” gibi vakfiye maddeleri, bu derin insani sorumluluğun kanıtıdır.
Bakıma muhtaç engelliler için kurulan barınma evleri, sadece bir sığınak değil, aynı zamanda birer toplum merkezi gibi işlev görmüş, burada yaşayanlar hem güvenlik hem de aidiyet duygusu bulmuştur. Eğitim bursları ve sağlık hizmetlerine ücretsiz erişim gibi destekler ise engellilerin cemiyete daha aktif katılımını sağlamıştır.
Vakıflar, devlet erkânı, saray ve hayırsever kişilerin destekleriyle uzun ömürlü ve sürdürülebilir bir sosyal dayanışma sistemi oluşturmuştur. Böylece Osmanlı toplumu, engelliliği sadece bireysel bir durum değil, toplumsal bir sorumluluk olarak kabul etmiş; yardımı bir erdem, dayanışmayı ise toplumun temel taşı olarak benimsemiştir.
Osmanlıda engelli bireylerin eğitimi asla ihmal edilmemiştir. Özellikle medreselerde görme engellilerin hafızlık eğitimi alması ve vaizlik gibi önemli dini görevlerde bulunmaları, toplumun bu fertlere verdiği değerin en somut göstergesidir. Örneğin, 16. yüzyılda yaşayan görme engelli Hafız İsmail Efendi, saray medreselerinde aldığı eğitimle hafızlık yapmış ve birçok talebe yetiştirmiştir. Saray çevresinde saygı gören bu tür şahsiyetler, engelliliğin yüksek bir ruhsal ve entelektüel kapasite göstergesi olabileceğini kanıtlamıştır.
Eğitim kurumlarında engellilere yönelik özel öğretim yöntemleri geliştirilmiş; özellikle görme engelliler için sözlü ezber ve sanat eğitimi ön plana çıkmıştır. Medreselerde ve diğer eğitim merkezlerinde, engellilerin kendi kabiliyetlerine göre alanlarında uzmanlaşmaları sağlanmış; bu bireyler hat, tezhip, ahşap işçiliği gibi sanat dallarında ustalaşarak hem ekonomik bağımsızlık kazanmış hem de toplumsal statülerini yükseltmişlerdir.
Sanat ve zanaat alanında engellilerin katkıları Osmanlı kültürüne derin izler bırakmıştır. Görme engelliler, sadece saray sanat topluluklarında değil, halk arasında da büyük saygı görmüştür. Aynı şekilde hat ve tezhip sanatında başarılı olan engelli zanaatkârlar, Osmanlı estetiğinin gelişimine önemli katkılar sağlamıştır. Ahşap işçiliği ve halıcılık gibi alanlarda da engelliler üretime katılmış, böylece ekonomik hayata değerli katkılar sunmuşlardır.
Engellilerin sanat ve zanaat yoluyla toplumsal entegrasyonu, Osmanlı toplumunun onları yalnızca “yardıma muhtaç” bireyler olarak değil; aynı zamanda üretken, saygın ve topluma değer katan unsurlar olarak görmesinin en güzel kanıtıdır. Bu anlayış, engelliliğin bir sınır değil, farklı bir varoluş biçimi olduğunu güçlü biçimde ortaya koymuştur.
Osmanlıda engellilere yönelik duyarlılığın en güçlü kaynağı, dinî referanslardır. İslam’ın merhamet ve adalet ilkeleri, toplumsal hayatta karşılığını bulmuştur. Cuma hutbelerinde, kadıların nasihatlerinde, hatta halk hikâyelerinde dahi engellilere yardım ve saygı konusu sıkça yer almıştır.
Tasavvuf da engelliliği fiziki bir eksiklikten çok, ruhsal bir kemâl hâli olarak değerlendirmiştir. Birçok tasavvuf ehli, engellilerin sabrı ve teslimiyetiyle ruhen olgunlaştığını dile getirmiştir. Bu anlayış, engelli bireylerin dışlanmasına değil; yüceltilmesine yol açmıştır.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri gibi tasavvuf ehli, engellilerin sabrı, teslimiyeti ve hayat karşısındaki metanetini olgunlaşmanın işaretleri olarak görmüştür.
Bunun yanı sıra, İslam hukukunda engellilerin haklarının korunması ve sosyal hayata katılımlarının desteklenmesi de bu dinî temel üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı kadıları, engellilerin mallarını koruma, miras haklarını sağlama ve sosyal haklarını gözetme konusunda titiz davranmışlardır. Böylece dinî ve ahlaki öğretiler hem bireysel vicdan hem de kurumsal uygulamalarda kendini göstermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, engellilik olgusunu insani bir gerçeklik ve hayatın doğal bir parçası olarak değerlendirmiştir.
Bugün modern toplumlarda engellilik politikaları, gelişen teknoloji ve kanunlarla desteklenirken, Osmanlının vakıf sistemindeki şefkat, toplumsal dayanışma ve adalet anlayışı da yeniden hatırlanmalıdır. Engelli fertlere yönelik sadece maddi destek değil, onların sosyal hayata tam katılımını sağlayacak eğitim, meslek edindirme ve kültürel imkânlar sunmak, Osmanlıdan miras kalan bu insani ve vicdani yaklaşımın günümüzdeki en anlamlı yansıması olacaktır.
Osmanlı toplumu, engellilere sadece fiziki bakım değil, aynı zamanda ruhsal destek ve toplumsal saygı göstermiştir. Cuma hutbelerinde engellilere yardımın “sadaka-i cariye” olduğu hatırlatılmış, dinî liderler engellilerin haklarını korumak için çaba göstermiştir.
Vakıf kültüründe ise engelliler için özel projeler, barınma evleri, burslar ve sağlık hizmetleri gibi uygulamalarla onların hayat kalitesi iyileştirilmiştir.
Bu tarihî miras, çağdaş dünyada engellilere karşı olan tutumumuzun şekillenmesinde ilham verici bir rehberdir. Engellilik, bir eksiklik değil; farklı bir insan deneyimidir ve bu tecrübenin değerini anlamak, toplumların gerçek insanlık ölçüsüdür. Osmanlının merhamet ve adalet eksenli yaklaşımını hatırlamak ve günümüzün sosyal politikalarına entegre etmek, insan onurunu yüceltmenin en kalıcı yoludur.
Unutulmamalıdır ki, tarihimizde engellilere gösterilen saygı ve sevgi, sadece geçmişin değil, geleceğin de bir yol haritasıdır. İnsanlık olarak en büyük zenginliğimiz, farklılıklarımızı kucaklayabilme ve herkesin hayatını anlamlı kılma becerimizdir.
.....
Kaynakça
İnalcık, Halil. Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1997.
Kuran, Timur. Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Tarihi. İstanbul Üniversitesi Yayınları, 2007.
Özdemir, Mehmet. Divan Edebiyatında Engellilik. Ankara Üniversitesi Yayınları, 2015.
Yalçınkaya, Ahmet. “Osmanlı Sarayında Görme Engelli Müzisyenler” Belleten, Cilt 76, Sayı 274, 2012.
Kur’ân-ı Kerim, Bakara Suresi, 2:83-Diyanet İşleri Başkanlığı Meali.
Geniş Açı - Fikir ve tartışmada son yazılar...