İçinde hayat bulup ömür sürdüğüm Bağdat...

A -
A +

Biri diğerinin içine geçmiş iki daire şeklindeki surlarından dolayı “El-medînetü’l-müdevvere” adıyla da meşhurdu bu şehir...

 

 

 

     SIRTTAKİ YÜKLER

 

Her şeyi değil, ahireti düşünmeli, orada başımıza geleceklere takmalıyız kafayı. Sıkça görüyoruz birilerinin musalla taşındaki son yolculuğa çıkışını. Bir gün bizim için de aynı merasimin yapılacağını niçin hesaba katıp nefsimizi zapturapt altına almıyoruz? Ölüm ve ötesi için başına gelebileceklere, sorulacak suâllere ne cevap hazırladın ey  Behlül? Yemek içmek, gezip tozmak için mi yaratıldın? Aşağı yukarı hayat denilen şey belliydi de ahir ve akıbetimizin ne olacağı ise meçhul...

 

Her günü son günümmüş gibi yaşamaya gayret ediyorum yine de yetmiyordu. Allahü teâlânın kullarını seviyorum, hatta elzem görüyorum bu muhabbeti… Allah muhafaza! Kul hakkı en ağır olanlarından biri. Öyle hesabı zor bir akıbet bekliyordu ki beni, onu anlamaya kapasitem zayıf kalıyor, muhakeme kuvvetim yetmiyordu. Belki beni deli divane eden de bu işin ehemmiyetini fark etmem olmuştu!

 

İçinde hayat bulup ömür sürdüğüm Bağdat; Dicle Nehri’nin batı kıyısında Hicri 145-149, Milâdî 762-766 seneleri arasında Abbasi Halifelerimiz tarafından kurulmuş muhteşem bir şehirdi. Biri diğerinin içine geçmiş iki daire şeklindeki surlarından dolayı “El-medînetü’l-müdevvere” adıyla da meşhurdu. Şehrin merkezine uzanan dört ana cadde ve bu caddelerin surlarla kesiştikleri noktalarda yer alan dört kapısı arasında gidip gezmediğim, oturup düşünmediğim yer yok gibiydi. Herkes beni tanıyor ben de herkesi. Öyle bir muhabbet ağı kurulmuştu ahaliyle aramızda tarifte aciz kalıyordum. Ümid ediyordum ki musalla taşına yatırılınca can-ı gönülden haklarını helâl edebilecek dostlarımız vardı epeyce.

 

Mezopotamya denilen bu güzel coğrafyanın en gözde şehri halife Mansur tarafından hilafet merkezi, yani başşehir yapılmış ve yeni ilave binalarla daha da güzelleştirilmişti. Bu yüzden de “Medine’tüs-selâm” yani Cennet şehri, huzur beldesi adını almıştı halktan. Bağdat yerine Buğdân, Medinetü Ebu Cafer, Medinetü'l-Mansur, Medinetü'l hulefa ve Zevra gibi isimlerini de kullanırdık.

 

İşte böyle bir şirin memleketin çivit mavisi kubbesi altında hayatımız akıp gidiyordu. Dağ hasreti çeksek de Dicle’nin sakin ve geniş kıyıları sayesinde bir sahil şehrinde yaşıyor gibiydik. Derya misali nehir, çok yerde şehirle iç içeydi; ovalık ve az girintili çıkıntılı kıyıları boyunca sıralanmış bereketli bağ ve bahçelerin güzelliğini anlatmaya dilim varmaz.

 

Sultanım haber salmıştı, akşam namazına saray camisinde bekliyordu yine. Canımıza can katan bereket, bolluk timsali Dicle kıyısında abdestimi aldım, kuş cıvıltıları eşliğinde saray istikametinde yürümeye başladım. Taçkapı girişinde iki mızraklı asker “Nerede kaldın Meczup Baba? Sultanımız seni bekliyor!” diyerek beni karşıladı. Saray duvarlarını gündüzmüş gibi aydınlatan meşalelerden dolayı mı ne askerlerin koyu gölgeleri, kılıç ve kalkanlarıyla korkutuyor, balta, satırlarıyla da daha heybetli görünüyordu gözüme.

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.