Günümüzde elektronik yazışmaların, saniyeler içinde ulaştığı adreslere mektuplar, mesafelere göre günler, haftalar, başka kıtalardaysa aylar sonra varırdı. Sabit telefonlar, mahallede nadir ev ve dükkânlarda olurdu. Kaplumbağa otomobil, nadir sokaklarda bir veya iki evin önünde dururdu. Şehirler arası ulaşımlar trenlerle yapılırdı. Kara trenler, feryatlar kopara kopara ülkenin bir ucundan diğerine iki günde vararak tahta bavullu yolcularını buralarda bekleyen hasret dolu insanlara teslim ederdi.
Şehirler arası otobüsler, trenlerin yerini alınca mesafeler bir miktar kısaldı ama memleketin bir ucundan diğerine gitmek yine de 18 saat kadardı. Tayyareye herkes binemezdi. Herkesin gücü yetmezdi. “Tayyare” denen uçaklara binmek, biraz daha düzgün kıyafet ve biraz daha şehirli olmayı gerektirirdi.
Yüzde 70-80’i köylü nüfus olan bu manzaradaki Türkiye’de vatandaşlar, el emeği-göz nuruyla geçinen insanlardı. Çarşıdan nadir şeyler alınırdı. Bir gömlek veya ceket yahut pantolonla evin birkaç çocuğu yetişirdi. İmam efendi, öğretmen ve muhtar, mahallede hürmet gören insanlardı. Muhitin akıl danışılan rehber güngörmüşleri vardı. Bunlar, ihtilafları halleder, mahkemelerin yükü artmazdı. Hangi gencin kimin oğlu, kimin kızı olduğu herkesçe bilinirdi. Bayram, düğün, kandil, cenaze, asker uğurlaması birlikte yaşanır, mahalle bakkalı, semt esnafı, müşterek dayanışma merkezi vazifesi yaparlardı. Her okuldaki her sınıfta soba olmazdı. Bazılarına odunu aileler getirirdi. Sınıflarda mevcut, hep 50’nin çok üstündeydi…
O günlerde haberleşmeler, ulaşımlar, hayat ve tahsiller zordu. Gurbet vardı. Evin delikanlısı ya askerdeydi veya büyükşehirde üniversitede. Resmettiğimiz zamanlarda da yurdumuzda yazlar kurak ve sıcak, kışlar ılık ve yağmurlu geçer, kuru üzüm ve incir ihraç ederdik ama her kazada lise, her bölgede üniversite yoktu. Hekim sayısı azdı ve onlar her hastalığa bakarlardı. Sıhhiyeciler askerlikte öğrendiklerini yarı hekim bilgeliğiyle sağlığın hizmetinde kullanırlardı. Dâvâ vekilleri, tekaüde ayrıldıkları mahkemeden kazandıkları tecrübeyi adliye önünde kazanca tebdil etseler de avukatlar da vardı. Terzilerin elinden bir şey kaçmazdı. Pantolonda bir yırtılma eprime olmuşsa onları, sabır ödülüne layık örücüler örerlerdi. Deterjanın duyulmadığı, kap kacağın meşe külüyle yıkandığı, büyükanne, büyükbabaların, pabuç şiddetine karşı sığınak olduğu, yer sofrasında yenen, misafir varsa masaya geçilen o havanın berrak, kalblerin çok temiz olduğu yıllarda şükür vardı, paylaşma vardı, birlikte yaşama vardı, akrabalık vardı, hısımlık vardı, komşuluk vardı, mahalle vardı, birbirinden haberdar olma vardı, selâmlaşma vardı, hâl-hatır sorma vardı, tevazu vardı. Hele kış gecelerinde askerlik hatıraları anlatmakla bitmezdi. Komutanın attığı dayak, pirzola yeme zevkiyle ballandıra ballandıra şen- şakrak kim bilir kaçıncı kere sohbet mevzuu olurdu…
Gün geldi o kekre zamanlar arkada kaldı. Şimdi köyler boşalmış, şehirler değişmiş, hayatlar parlamış, imkânlar çoğalmıştı. Artık haberleşme kolaydı, ulaşım basitti, mesafeler kısalmıştı. Haftalar güne, günler saate, saatler âna sığıyordu. Hayatımıza sanayi girmişti, teknoloji gelmişti. Mektuplar elle yazılırken, daktiloyla yazılmaya başlandı. Sonra daktilo da eskidi bilgisayar devreye girdi. Uçaklar, dolup-taşar oldu. Buna karşılık yemekler, 8-10 kardeşli kalabalık aileler hâlinde ve misafirlerle birlikte yenirken misafir gitme, misafir olma âdetleri neredeyse kalktı, yatılı misafir diye bir şey kalmadı. Buzdolabının, çamaşır makinasının olmadığı, derin dondurucunun hiç olmadığı, marka giyinmenin adının bile bilinmediği bu masal, 50’li, 60’lı, 70’li, 80’li yıllara aittir. 50 öncesi seneler, ana-babaların hicranla anlattığı inanılır gibi olmayan kavurucu yoksulluk zamanlarıdır.
1960-1990 arası yıllarda şehirlerin etrafı “gecekondu” denen derme-çatma mekânlarla sarıldı. Şehirler, fabrikayla tanışmış, çevre gecekonduyla kuşatılmış ve hayat, “işçi sınıfı” denecek bir gerçeği öğrenmişti. Sonrasında boykot, grev, lokavt, sendika, sol-sağ gibi kavramlar gelecekti.
1853-1923 harp yılları ve 1923-1950 dayatmacı yıllardan sonra gelen 1950-2000 arasındaki hayat, satır başlarıyla çizdiğimiz bu manzaradaydı. Ona 10 yılda bir tekrar eden cunta darbeleriyle 10 yılda bir gelen yabancı müdahaleli iktisadî buhranları ekleyebiliriz…
Bütün bir yirminci asır imtihan yıllarıdır. İmtihan, ağzı dualı, ağzı şükürlü insanlarla başarıyla verildi. O insanlardan erkekler, okuma yazmayı umumiyetle askerde öğrenmişlerdi. Kadınlardan tahsili olan azdı. Fakat kadını ve erkeğiyle bu insanlar, güngörmüş bilge kişilerden nakışlar taşırlardı. Sabırları, gönülleri ve gayretleriyle güzel nesiller yetiştirdiler. Köyden gelen, gecekondudan çıkan o nesiller, 2000’lerden sonra ülkede söz sahibi oldular. Yokluk dönemi aşılmış, bu defa varlıkta imtihan başlamıştı. Şimdi, ulaşım, iletişim, hastane, tünel, savunma, sanayi, dünya ile yarış… her şey vardı. Üniversite kapıları açıktı. Hayal edilemeyecekler, hakikat oldu. Ne var ki diğer yandan emanete kemlik yaparcasına öz değerler yitirilmeye başlandı. Tesettürlü kız, açıldığını hiç sıkılmadan sosyal medyada övünerek ilan eder oldu. Maneviyat gölgelendi, şüpheli servetler yarışmayı zevk edindi, toplum birbirine yabancılaştı. Bütün gayretlere rağmen hayat daha pahalılaşmakta. Kazançlar çoğaldı, imkânlar gelişti, yollar genişledi, mesafeler ortadan kalktı ama bir tuhaf ahlâk nükleer serpintisi gibi ülkenin üstüne çöktü. Kaybımız, her gün biraz daha artmakta.
Bu bir ilâhi ceza olsa gerek…
Rahim Er'in önceki yazıları...