Cömerdin ikramı şifa

Araplar, velime (düğün yemeği), hurs (doğum), izar (sünnet), tuhfe (yoldan döndüm), atire (recep ayı girdi), vekire (evim bitti) gibi bahanelerle yemek çıkarırlar. Bu cömertlik İbrahim aleyhisselâma uzanır aslında...
Asr-ı saadet yıllarında Araplar ya kerpiç evlerde ya da çadırlarda otururlar. Evlerin müstakil mutfakları yoktur. Bir köşeye ocak kurarlar. Çadırlar nispeten geniştir, ikiye ayrılır, biri kadınlara aittir ki, yemekler orada hazırlanır. Öbüründe hasırlar serilir, şilteler yayılır, misafir ağırlanır.
Göçebeler gece ateş yakmaktan hoşlanırlar, Arap şiirlerinde yalazlanan alevler ve yükselen kıvılcımlar hayli yer tutar. Ekmeklerini genellikle tandırda pişirirler, yufka açmakla, saca yaymakla uğraşmazlar.
Araplar eskiden de ikramı sever, hatta Hazreti Ebu Bekir’in yakınlarından Abdullah bin Cüd’an ziyafet için tellâl bağırtır. Işığı gören gelsin diye dağlarda ateş (narul -kıra) yaktırır...
Nübüvvetten önce yaşayan ve cömertliğiyle tanınan Hatem-i Tai sürüyle deve kestirir, sofralar açar, geleni geçeni ağırlatır.
Sadece ekmek ikramına kaffe, çorba da sunulursa kaffare derler.
Kâbe’yi ziyaret için gelenleri doyurmak mühim bir vazifedir (rifade). Aralarında para toplar, nevale alırlar. Bu hizmet önceleri Nevfeloğullarındadır, Haşimoğullarına geçer daha sonra.
Araplar erken kalkar, evden tok çıkar, gözlerini başkalarının sofrasından korurlar. Oburları ayıplar, göbeklilerden hoşlanmazlar. Sofraya davetsiz oturana tufeyli (asalak) der, hor bakarlar.
Efendimiz bir koyunla bile olsa düğün yemeği verilmesini ister, bilhassa fukaranın çağrılmasını arzular. Hazreti Ali evlenirken dağlardan ızhir otu toplar, Medine’ye getirip satar ve kazan kurdurur o parayla.
CAHİLİYE MEDENİYYE
Cahiliye devrinde her şeyi yerler, Müslüman olunca seçmeye başlarlar. Şarap ve leşlerden uzak dururlar.
Ölmüş hayvanlara (meyte) denir ki bunlar münhanika (boğulmuş), natiha (süsülmüş), mevkûze (sopayla öldürülmüş), mütereddiye (yüksekten düşmüş) olabilir.
Bedeviler zorda kalınca hançer ya da sivri kemikle devenin göğsünü deler, kanını emerler. Ya da pıhtılaşmış kanı bağırsağa koyup kızartırlar (Bacca). Bunlar İslam ile kalkar, hayvanlar da rahatlar.
Arab zenginleri yemeklerini rabta denilen mendiller üzerinde yerler. Raptalar ipek ya da keten olur ve elbette nakışlıdırlar.
Müminler ise süfre (sofra bezi, hasır ya da deri) serer, kırıntıları toplarlar. Yemekten önce ve sonra mutlaka ellerini yıkar, ağızlarını misvakla ovarlar.
Onlar da bizim gibi ekmek sever. Daha çok arpa ekmeği yapar, elekten geçirmez, kepekten hoşlanırlar. Bazen de kavrulmuş unu sütle karıştırır çörek yaparlar.
Efendimiz “su ile bile olsa ekmeği katıkla” yer, az bir sirke, hurma, zeytinyağı ile kifayet ederler.
GARRADAN KÂSEYE
Asr-ı saadet döneminde çeşitli mutfak eşyaları kullanılır. Bir kısmı kervanlarla gelir, bir kısmı da Hicaz’da imal edilir. Büyükten başlayalım, “garra” denilen dört kulplu, kazanda iri bir koyun pişirilebilir. Bürme ise palandızdan (bir taş cinsi) yapılan tencerelerdir. Hadislerde geçen “el-cerrül ahdar” veya “hantem” yeşil sırlı çömleklerdir. İbn Ebî Şeybe’ye göre bunlar Mısır’dan getirilir.
Deve karnına benzetiği için “desia” denen aşure tencereleri 20 kişiyi doyurabilir.
Araplar hamur yoğurdukları taş çanaklara “cefne” derler. Mâlum Süleyman aleyhisselam da cinlere kayaları oydurtur cefne yaptırırdı.
Kas’a dört beş kişiyi doyuracak çaptadır, herhâlde kâse olur zamanla. “Feyha” ve “sahfa” ise bir kişiye yetecek çapta.
İçine yağ konulan küçük kırbalara “ukke”, zeytinyağı konursa “misab”, bal kabına “bedî” derler. Sütün yağını çıkarmak için Anadolu’daki gibi tuluk içinde çalkalarlar. Müslümanlar mircel (bakır tencere) kullanır. Altın ve gümüş kaplarda asla yemezler, velev ki zengin de olsalar da...
Maşraba, kırba, testileri vardır. Su kabına “sika” ve “kırba”, sirke kabına “zıkk” ve “zükra”, süt kabına “vatb” ve “mihkan” der, büyükten küçüğe doğru tebn, us, sahn, kadeh, ka’b ve ğumer diye sıralarlar.
REYYAN CÜMCÜME
Ebû Râfî (radıyallahü anh) iyi bir sanatkârdır, Hicaz’ın güneyinde yetişen Nudâr ağacından “cümcüme” (bardak) yapar, bağışlar zemzem kuyusuna.
Bu ağaç sert ve dayanıklıdır. Kütük önce toprağa gömülerek yumuşatılır ve ondan sonra oyulabilir anca.
Efendimizin de böyle bir bardakları vardır. Yıllar sonra çatlar, Hazreti Enes gümüşle bağlar. Bir de duvara asılması için demir halkası bulunur. Onu da değiştirmek ister ama Ebû Talha bırak öyle kalsın der dokundurtmaz.
Efendimizin “reyyan” adlı bir bardağı ile “sâder” denilen kırbasından haberdarız bu arada.
Muâz bin Cebel’in bakırdan bir bardağı vardır bununla Efendimize su sunar. Mukavkıs’ın gönderdiği kavarir (kristal bardak) ise misafirlere kullanılır.
Efendimizin ağzında ahşap kapağı bulunan kulplu kovalardan (Selm - zenub) su içtiği anlatılır.
Hane-i saadetin taştan yontulmuş bir çanakları (Mihdab) vardır. Bakır tasları, su kapları (Sâdıre) ve müdhenleri (yağ kabı) bulunur ayrıca.
İki ölçekleri vardır ki, o diyarda birine müd derler, birine sâ’.
DEVELERE CÜBCÜBE
Bakır ve toprak kapların yanında deri kırbalar da kullanılır. Hurma dallarından örülen miktel (bir nevi zembil) içindeki suyu serin tutar.
Mizede veya satiha denilen büyük tulumların biri baş, ikisi ayak tarafında olmak üzere, üç ağzı vardır.
Şecb ise kova şeklinde kırbadır. Develer “cübcübe” ile sulanırlar.
Mekke’ye gelenlerin hayvanları için deve derisinden büyük havuzlar (cüf) hazırlanır. Yağmur yağınca suyu bezlere (hirşefe) emdirir, cüfün içine sıkarlar.
Hicaz’da eskiden beri çömlek yapılır, testiler tez kırılmasın diye ziftle sıvanır (müzeffet veya mukayyer).
Su kabağı maşraba gibi kullanılır (kâr ve dübba).
Hazreti Fatıma evlendiğinde baba evinden getirdiği eşyalar arasında bir taş değirmeni vardır. Kesilen sütün suyu nefye ile süzülür. Zeyd bin Eslem kuru yoğurt için Hayber’de kalbur yapar.
Hurma yaprağından sepetler, küfeler örülür ki miktel denilenler on beş sa’ hacme ulaşır. Bunlar hem meyve taşımakta hem de kuyu kazmakta kullanılır.