"Ben ömrümü çocuklarıma adadım" cümlesini son zamanlarda çok sık duymaya başladım. Kulağa fena gelmiyor aslında ama bir problem var. O da şu: Ömürler genellikle sadece çocuğun okul eğitimine adanıyor. Ve bu adanmışlık sonucunda çocuklar resmen adaklık kurbana dönüşüyor.
Şimdi bir çocuk düşünün… Okulda mutlu. Dersleri fena değil. Öğretmenlerini ve arkadaşlarını seviyor. Ama ebeveyn ömrünü çocuğa öyle bir adıyor ki, yolunda giden her şey bozulmaya başlıyor.
Önce evdeki olumsuz konuşmalardan dolayı çocuk öğretmenlerinden soğumaya başlıyor. Sonra aldığı notların sorgulanmasına bağlı olarak derslerle arasına mesafe koyuyor. Her akşam “Deneme sınavında kim birinci oldu? Sen kaçıncısın?” gibi rekabeti tetikleyen sorularla arkadaşlarıyla da arası açılmaya başlıyor.
Ve sonuç olarak bizim normal çocuk, mutsuz ve kaygılı birisine dönüşüyor.
***
Şimdi de bir ebeveyn düşünün… Arkadaş çevresi çocuğunun sınıf arkadaşlarının velilerinden oluşuyor. Haftada birkaç gün görüşüyorlar ve her görüşmede mutlaka gergin bir şekilde okuldan ve öğretmenlerden bahsediyorlar. Ortamda bir taziye havası oluşuyor. Kimisi çocuğunun İngilizce konuşamadığından, kimisi arkadaşlarıyla anlaşamadığından dem vurup yakınıyor. Aynı ekip akşamları da veli grubunda germeye ve gerilmeye devam ediyorlar.
Sizce bu normal mi? Bence hiç değil. Yetişkinlerin kendi mutsuzluklarına çocuklarını alet etmesini nasıl normal sayabiliriz?
Sonuçta çoğumuzun hayatında işler hep yolunda gitmiyor. Aile hayatımız, arkadaş ilişkilerimiz, iş yerindeki problemlerimiz bizi bunaltıyor bazen. Ama birisi “Niye böyle gerginsin?” diye sorduğunda bunları bir kenara atıp, çocuğu öne sürüyoruz.
Dersleri iyi değil, öğretmeni tecrübesiz, rehberlik ilgisiz falan…
Neden peki? Çünkü böylesi insanı daha iyi hissettiriyor. Yaşadığımız mutsuzluğa kendimiz dışında bir sebep bulup rahatlıyoruz. Freud “yansıtma” demiş bu duruma, bir başkası “kaygı transferi”. Adı çok önemli değil ama bu yaklaşım çocuğu ruh hastası yapıyor. Çünkü yaşanan her türlü sıkıntının merkezinde kendisi olduğunu fark ediyor ve psikolojisi bozuluyor.
Bir ortamda herkesin gergin bir şekilde fısıldayarak sizin hakkınızda konuştuğunuzu fark etseniz ne hissederdiniz? Paranoyak olurdunuz herhâlde. Peki çocuklara bu travmayı niçin yaşatıyoruz?
İstismar kelimesi biraz ağır olacak belki ama bazen galiba çocukları kendi mutsuzluğumuzla istismar ediyoruz.
***
Bir ömrü çocuklara adamanın ön şartı, güzel bir ömür sürmektir. Çünkü çocuklar eninde sonunda bize benzeyecekler. Okulda görülen dersler gün gelip unutulacak. Ama çocuğun evde anne babasından gördüğü hayat bir ömür peşinden gidecek.
Çocuk bir kere bile bizim yalan söylediğimize şahit olursa, onun izi silinmez. Varsın dersleri çok iyi olmasın. Varsın İngilizce konuşamasın. Ama biz öyle bir hayat yaşayalım ki çocuk bir kere bile yalan söylediğimize, hak yediğimize şahit olmasın. Bundan daha önemli bir şey olabilir mi?
Bazen cenazelerde cemaatin konuşmaları çalınıyor kulağıma. “Rahmetli çok cömertti” diyorlar mesela. Veya “Hayatı boyunca hep fakirleri gözetti” diye fısıldıyorlar. Yani gün geliyor, koca bir ömür cami avlusunda birkaç mütevazı cümleye sığıyor. Ve inanın o cümlelerin içinde okulla ilgili tek bir kelime yok.
Öyleyse bizim işi gücü bırakıp, çocuklara miras bırakacağımız o birkaç cümleyi düşünmemiz lazım. Yaşadığımız hayat hangi cümlelere yerleşecek? Çocuğumuz bizi hatırladığında aklına ilk ne gelecek? Bu soruları boş bırakıp sadece çocuğun yanlış yaptığı sorulara odaklanmak hiç hayır getirmez.
O yüzden ömrü herhangi bir şeye adamadan önce hayırlı işlerle güzelleştirmek gerekir. Çocuk evde doğru bir hayat yaşarsa, inanın okuldaki bütün yanlışlar toplansa o doğruyu götüremez.
Salih Uyan'ın önceki yazıları...