İki yıl önce TÜYAP Kitap Fuarında imza ve söyleşi programım vardı. Okuldan çıkarken çok gerek olmadığı hâlde, “Benim erken çıkmam lazım” dedim birkaç kişiye. “Hayırdır?” sorusuna da “Söyleşi ve imza programım var” diye cevap verdim. Bu cümleyi kurarken değişik bir haz duydum.
İmza neyse de söyleşiye katılmak öyle kolay bir şey değil. Sonuçta kaç tane yazara böyle bir teklif yapılıyor?..
Arabaya atlayıp fuara gittim. Önce yayınevinin standına uğradım. Söyleşiye 20 dakika vardı. “Hocam, önce size bir çay ikram edelim, sonra salona geçeriz” dediler.
Çayımı yudumlarken yeni kitap projelerimden bahsettim. Anadolu’nun farklı şehirlerinde yaptığım söyleşileri ve gördüğüm yoğun ilgiyi anlattım. Birkaç kitap imzaladım.
Önüme konan kuru yemiş tabağından badem ve fındıkları ayıklarken, “Hocam, istersen geçelim. Geç kalıyoruz” dediler ve kalktık.
Üç kişiyle birlikte seminer salonuna doğru yürüdük. İki kişi ben konuşurken fotoğraf ve video çekecekti. Bir kişi de editörüm olarak bize eşlik ediyordu.
Giderken duvarda söyleşi programını gördüm. Benim adım da yazıyordu. Hemen telefonu çıkarıp kısa bir video çektim ve “Başlıyoruz” yazıp hesabımda paylaştım.
Bu arada telefonum çaldı. Arayan arkadaşa yine hiç gerek olmadığı hâlde telaşlı bir ses tonuyla, “Hocam TÜYAP’tayım. Söyleşim başlayacak şimdi. Sonra da imza programı var. Ben ararım seni çıkınca” deyip kapattım.
Söyleşinin başlama saatine bir dakika kala salona girdik. Baktım, en arkada bilgisayarın başında sunumu ayarlamak için görevli bir kız oturuyor. Onun dışında içeride kimse yok.
İn cin maçı bitirip gitmiş! İğne atsan direkt yerde...
Bir ümit telefonu çıkarıp söyleşi yapacağım salonun ismine baktım. Maalesef doğru yerdeydik. Okurlar biraz bekleyip gitmiş olabilir mi acaba diye düşündüm. Ama görevli kıza bakınca öyle bir şey olmadığını da anladım. Kızın yüzünde, yoğun empatiyle benden transfer ettiği bir mahcubiyet duygusu vardı.
Ekip beni teselli etmek için bir şeyler söyledi. Önceki gün çok popüler bir yazarın söyleşisine de birkaç kişi katılmış. İnsanlar artık bu tür programlara doymuş falan…
Ben de “Önemli değil ya! Benim için sıkıntı yok” falan dedim. Karşılıklı birbirimizi teselli ederek salonun ortasında ayakta dikilmeye devam ettik. Bir kişi bile gelse rahatlayacağım ama yok!
Editörüm, “Biraz daha bekleyelim, olmazsa imzaya erken başlarız” derken içeri bir kadın girdi. Esnafın siftah sevincine benzer bir duyguyla biraz rahatladım. Hareket başlıyordu işte. Kalabalık fuar sonuçta. Tam vaktinde nasıl gelsin insanlar? Ufak ufak geliyorlar işte...
Kadın bize doğru yaklaştı. Sonra, “Affedersiniz, telefonumu bulamıyorum da… Önceki oturumda buradaydım. Acaba buralarda bir yerde olabilir mi?” diye sordu. Hep birlikte sandalyelerin arasında telefonu aradık, bulamadık. Kadın gidince de yine biz bize kaldık.
On dakika daha ayakta oyalandıktan sonra hiç konuşmadan standa gittik. Kuru yemiş tabağındaki fındık ve bademler bitmişti. Leblebilerden birkaç tane ağzıma atıp oturdum.
O gün kimseyle söyleşemedim belki ama kendimle bayağı bir söyleştim...
Ne zaman havalara girecek olsam hafif bir tokat yiyorum. Çok da iyi geliyor açıkçası. Kendime geliyorum.
İnsanın bazen başını öne eğecek şeyler yaşaması büyük bir lütuf bence. Kesinlikle üzülmemek lazım. Asıl her şey rast gidiyorsa tedirgin olmalı insan. Çünkü hafif uyarılar olmayınca tokadın şiddeti artıyor!
Şamar sertliği de belli bir yaştan sonra çok riskli oluyor...
Salih Uyan'ın önceki yazıları...
Hocam, İllet, zillet veya kıllet! Bunlardan biri 40 gün içinde başına gelmezse imanı sorgulamak gerek denmiştir. O halde müjdemi isterim :0)