“Sahte” diplomayla devletin “gerçek” mücadelesi

A -
A +

Geçtiğimiz günlerde Türkiye, bir belge üzerinden hem kendisiyle hem de geleceğiyle yüzleşti. E-İmza üzerinden kamu sistemlerine sızarak, sahte diplomalar, değiştirilmiş not dökümleri ve düzmece sürücü belgeleriyle kendini var etmeye çalışan bir ağ deşifre edildi. İlk bakışta teknik bir siber suç gibi duran bu mesele, biraz derinlemesine bakıldığında yalnızca kamu sisteminin değil, toplumsal ahlâkın liyakat algısının ve kurumsal güvenin sorgulanmasını gerektiren büyük bir çöküş tablosudur.

 

Ankara merkezli olarak 23 ilde gerçekleştirilen operasyonlarda 197 kişi gözaltına alındı, 37 kişi tutuklandı. Kamu sistemlerine sahte e-İmzalarla girilerek, notlar değiştirildi, mezuniyet kayıtlarıyla oynandı, ünvanlar gasbedildi. Ancak esas mesele, yalnızca sahte bir diplomadan ibaret değildir. Bu belge, hak edilmiş bir emeğin iptali, alın teriyle var edilmiş bir ömrün yok sayılması ve daha derininde, toplumun hakikatle kurduğu bağın kopuşudur.

 

Ne acıdır ki, bazı çevreler için bu mesele, teknik ve ahlaki içeriğinden soyutlanarak siyasi bir tartışmanın nesnesine dönüştürüldü. Failin kimliği, yaptığı fiilin önüne geçti. Yine “iktidar yandaşını koruyor” ezberiyle hakikatin üzeri örtülmeye çalışıldı. Oysa burada temel soru şudur: Devlet, bu organize suça karşı kendi hukukî iradesini işletmiş midir, işletmemiş midir?

 

Cevap gayet nettir: Evet, devlet kendi içindeki bu çürümeyi, yine kendi kurumları aracılığıyla tespit etmiş ve üzerine gitmiştir. İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, savcılıklar ve siber suç birimleri organize biçimde harekete geçmiş; dijital altyapıların yeniden yapılandırılması dâhil olmak üzere kapsamlı bir mücadele başlatılmıştır. Bu, bir yüzleşmedir. Belki gecikmiş ama samimi bir temizlenme iradesidir. Eksiktir, elbette; ama doğrudur. Çünkü adaletin meşruiyeti, suça değil, suçluya göre pozisyon almakla değil; suça karşı ilkesel bir duruş göstermekle sağlanır.

 

Bugün yaşadığımız şey yalnızca dijital bir istismar değil; ahlaki bir çöküştür. Sahte diploma yalnızca bir evrak sahteciliği değildir. O diploma, bir yalanın resmîleştirilmiş hâlidir. 

 

Vaktiyle insanlar eğitimi bir kâğıtla değil, hayattaki duruşlarıyla, sözüyle ve özüyle taşırdı. Diplomasızdı belki ama her biri irfan sahibiydi; edep, hayâ, doğruluk birer mektepti. Bugünse elimizde mühürlü belgeler var ama içi boş; çünkü eğitim kurumlardan çıktı, kalpten silindi. Asıl mesele işte burada başlıyor: Kâğıttan önce karakterin, ünvandan önce insanlığın esas alınmadığı bir düzende, sahte yalnızca belgeler değil, değerlerdir de.

 

Eğer bir millet, hak ve adalet yerine keyif ve hevesi ölçü alırsa, o millet için çöküş başlamış demektir.”

 

Diploması sahte olan bir birey, sadece bir belgeye değil; bir sisteme, bir topluma, bir geçmişe ve bir geleceğe ihanet etmiş olur. Bu yüzden bugün diploma; sadece okuldan mezun olmak değil, ahlaki bir eşiği geçmek anlamına gelmelidir. Çünkü gerçek liyakat, karakterle kazanılır; kâğıtla değil.

 

Sormamız gereken esas sorular şunlardır: Bu dijital boşluklar neden şimdiye kadar fark edilmedi? E-İmza sistemleri neden bu kadar kolay manipüle edilebildi? Denetim mekanizmaları neden pasif kaldı? İşte devletin kendine soracağı bu sorular, yalnızca suçla değil, suça yol açan sistemsel zaaflarla da  hesaplaşmasını sağlar.

 

Ancak bu yük yalnızca yargının, polisin ya da yöneticilerin omzunda değildir. Üniversiteler, meslek odaları, insan kaynakları birimleri, hatta medya ve sivil toplum da bu konuda kendi yüzleşmesini yapmalıdır. Çünkü bugün yalnızca belgeler değil; değerler, kurumlar ve vicdanlar da test edilmektedir.

 

Toplum olarak en büyük zaafımız, suçu çoğu zaman failin kimliğiyle yargılamamızdır. “Bizden mi, değil mi?” sorusu, ne yazık ki adaletin önüne geçmiştir. Oysa adaletin terazisi, kişiye göre değil; hakikate göre tartmalıdır. Bu bağlamda, bir siyasi partiye, bir topluluğa ya da bir sosyal çevreye yakın olmak; sahtecilik suçunu hafifletmez. Aksine, o çevrenin sorumluluğunu artırır.

 

Bu nedenle meseleyi siyasi saiklerle ya da partizanlıkla konuşmak yerine, toplumsal bir arınma fırsatına dönüştürmek gerekir. Bu sadece hukuki değil, aynı zamanda ruhani bir meseledir. Ve her ruhani meselede olduğu gibi, toplumsal şifanın ilk adımı, hakikati olduğu gibi görüp kabul etmektir.

 

Devletin bugünkü refleksi, kendini yeniden inşa etme ve fırsatçılara geçit vermeme kararlılığıdır. Bunu zayıflatmak isteyenlerin sesi elbette çok çıkacaktır. Ama unutmamak gerekir ki, bir yapıyı güçlü kılan kusursuzluğu değil; hatasını fark edip onarma kabiliyetidir. Bu bakımdan devletimizin “fail kim olursa olsun” diyerek harekete geçmesi, toplumsal güveni onarma yönünde atılmış önemli bir adımdır.

 

Yeterli mi? Hayır. Ama bu adımı görmezden gelmek, adaletin değil; tarafgirliğin hizmetine girmektir.

 

Sonuç olarak; bu operasyonlar yalnızca suçlulara karşı değil, toplumsal çürümeye karşı da yürütülmüş bir mücadeledir. Adaletin yalnızca mahkeme salonlarında değil, kamu vicdanında da kurumsallaşması için bu mücadele büyütülmelidir.

 

Çünkü bu çağda en sahici diploma, hakikate sadakat; en yüksek ünvan ise ahlaki tavırdır.

 

 

 

Nur Tuğba Aktay'ın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.