Dinle
Kaydet
Türkiye Gazetesi
Tek cephe: Türkiye
0:00 0:00
1x
a- | +A

Libya Genelkurmay Başkanı ve beraberindeki üst düzey heyeti taşıyan uçağın Ankara’dan dönüş yolunda düşmesi, yalnızca trajik bir kaza olarak okunamaz! Bu hadise, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika merkezli jeopolitik mimarisinin tam kalbinde yaşanmıştır. Dost ve kardeş Libya’nın acısı, Türkiye’nin acısıdır; ancak devletler acıların yanı sıra işaretleri de okumak zorundadır. Bu olay, bölgesel denge açısından kritik bir eşikte meydana gelmiştir.

Doğu Akdeniz ve Libya hattında şekillenen Rum-Yahudi eksenli koalisyon, Türkiye açısından artık teorik değil, somut ve çok katmanlı bir stratejik risk niteliği taşımaktadır. İsrail, Yunanistan ve Lübnan arasında derinleşen askerî-enerji temelli iş birliği, Türkiye’nin deniz yetki alanlarını ve enerji haklarını dışlayan bir mimariyi hedeflemektedir. Bu tablo, Ankara’ya yönelik örtülü fakat net bir stratejik mesaj olarak okunmalıdır.

Ancak baskı yalnızca Doğu Akdeniz’le sınırlı değildir. Suriye sahasında SDG’nin fiilî özerklik ve güvenlik yapılanması, Türkiye’nin güney sınırlarında geçici değil, kalıcı bir kırılganlık üretmektedir. SDG’nin askerî ve siyasi kapasitesinin başta ABD olmak üzere uluslararası aktörler tarafından tahkim edilmesi, Ankara açısından artık taktik değil, stratejik bir ulusal güvenlik sorunu hâline gelmiştir.

SDG kontrolündeki alanlarda inşa edilen güvenlik mimarisi, fiilî bir siyasi yapı ile desteklenmekte; yerel yönetimler, enerji sahaları ve uluslararası temaslar üzerinden meşruiyet zemini oluşturulmaktadır. Bu süreç, Suriye’nin toprak bütünlüğünü zedelediği kadar Türkiye’nin güney sınırlarında kontrollü bir belirsizlik kuşağı oluşturmaktadır. Daha da önemlisi, bu yapılanma yalnızca Suriye içi bir mesele değil; Irak’tan Doğu Akdeniz’e uzanan daha geniş bir jeopolitik tasarımın parçasıdır.

Bu nedenle SDG meselesi yalnızca terörle mücadele başlığı altında ele alınamaz. Bu yapı, askerî, diplomatik ve enerji-jeopolitik boyutları olan çok katmanlı bir baskı aracıdır. Türkiye’nin bu alandaki stratejisi, yalnızca sahadaki askerî dengeye değil; diplomatik meşruiyet, bölgesel ittifaklar ve küresel güç dengeleriyle koordineli bir yaklaşıma dayanmak zorundadır.

Karadeniz cephesinde ise gemilere yönelik saldırılar, Türkiye’nin enerji ve deniz güvenliğinin ne denli hassas bir dengede yürüdüğünü açık biçimde göstermektedir. Karadeniz artık yalnızca ticaret yollarının kesiştiği bir geçiş hattı değil; enerji arz güvenliğinin, askerî hareketliliğin ve küresel güç rekabetinin aynı anda yaşandığı stratejik bir mücadele alanıdır.

Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte Karadeniz, NATO ile Rusya arasında örtülü bir güç temas hattına dönüşmüş; bu durum Türkiye’yi hem Montrö rejiminin garantörü hem de bölgesel denge unsuru hâline getirmiştir. Gemilere yönelik saldırılar münferit güvenlik ihlalleri değil, enerji akışını ve deniz ticaretini hedef alan stratejik mesajlar olarak okunmalıdır.

Diplomasi cephesinde de tablo dikkat çekicidir. Şam’daki belirsizlik, İHA’lar üzerinden verilen mesajlar ve bölgesel baskılar, Ankara’nın çok cepheli bir denge siyaseti yürüttüğünü göstermektedir. Bu durum bir zaafın değil; aynı anda birçok cephede denge kurma zorunluluğunun doğal sonucudur.

Türkiye bugün yalnızca askerî kapasitesiyle değil; bölgesel diplomatik nüfuzu, kriz yönetme kabiliyeti ve ara buluculuk kapasitesiyle sahadadır. Ancak bu çok katmanlı rol, Ankara’yı eş zamanlı ve koordineli baskı alanlarıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu tablo, Türkiye’nin güç kaybettiğini değil; stratejik etkisinin genişlediğini ve bu nedenle sınandığını göstermektedir.

2026 ufkuna ilerlerken Türkiye, Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e, Suriye’den Kuzey Afrika’ya uzanan geniş bir jeopolitik sınavın içindedir. Enerji, güvenlik ve diplomasi artık ayrı başlıklar değil; tek bir stratejik bütün olarak ele alınmak zorundadır. Libya’da yaşanan trajedi, bu bütüncül yaklaşımın hayatiyetini bir kez daha ortaya koymuştur.

Netice itibarıyla, Türkiye’nin önündeki tablo savunma refleksleriyle aşılabilecek bir tablo değildir. Enerji, güvenlik ve diplomasi tek bir cephede birleşmiştir. Bu yeni düzende Ankara’nın caydırıcılığı, yalnızca askerî kapasitesiyle değil; stratejik aklı, zamanlaması ve denge kurma becerisiyle ölçülecektir. 2026’ya giderken Türkiye için asıl mesele riskleri bertaraf etmek değil; riski yöneten ve yön verdiği risk üzerinden güç üreten bir devlet olmaktır.,

Nur Tuğba Aktay'ın önceki yazıları...

ÖNE ÇIKANLAR