Siloam Kitabesi: Türkiye-İsrail ekseninde 90’ların siyasi dengesini yansıtan siyasi hafıza taşı

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde üç yıldır restorasyon gölgesinde bekleyen ve “Silvan Kitabesi” olarak da bilinen 2 bin 700 yıllık Siloam Kitabesi, yalnızca arkeolojik bir hazine olmanın ötesinde; 1990’ların Türkiye’sindeki siyasi dengeler, uluslararası ilişkiler ve İsrail-Türkiye ilişkilerinin izlerini taşıyan stratejik bir hafıza taşı olarak da öne çıkıyor.
SENA DARBAZ — İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin sessiz koridorlarında, üç yıldır restorasyon gölgesinde bekleyen ve “Silvan Kitabesi” olarak da bilinen 2 bin 700 yıllık Siloam Kitabesi, son günlerde yalnızca bir arkeolojik hazine olmanın ötesinde, Türkiye’nin siyasi hafızasını ve uluslararası ilişkilerdeki kırılgan dengeleri gözler önüne seren bir gündem maddesi haline geldi. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 15 Eylül’de Kudüs’te yaptığı açıklamalar, bu taşın geçmişten günümüze uzanan hikayesini, 1990’ların Türkiye’sinin karmaşık ve gölgeli siyasi atmosferiyle birlikte hatırlatıyor.
Netanyahu, konuşmasında 1998 yılında dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’dan Siloam Kitabesi’ni talep ettiğini, hatta Osmanlı döneminden kalma bazı eserlerle takas teklifinde bulunduğunu söyledi. Ancak Yılmaz’ın cevabı olumsuz oldu. Netanyahu, kararın ardında dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği muhafazakâr ve İslami seçmen kitlesinin etkisinin olduğunu iddia etti:
“Kudüs’ün 2.700 yıl önce bir Yahudi şehri olduğunu ortaya koyan kitabenin İsrail’e verilmesi, giderek büyüyen İslami seçmen kitlesinde öfkeye yol açacaktı. Burası bizim şehrimiz Sayın Erdoğan. Sizin değil, bizim. Ve bir daha asla bölünmeyecek.”
Bu açıklamanın sadece bir taş kitabeyle ilgisi olmadığını anlamak için 1990’lı yıllara bakmak gerekiyor. Türkiye o yıllarda Susurluk skandalının gölgesinde, Ergenekon iddialarının tartışıldığı, siyasi iktidarların birbirine karşı taktiksel hamleler yaptığı bir dönemi yaşıyordu.

TANSU ÇİLLER'İN İSRAİL ZİYARETİ VE MOSSAD İŞ BİRLİĞİ
1994 yılı Kasım ayında Tansu Çiller, tarihi bir geziye çıkarak İsrail’e giden ilk Türk başbakanı unvanını aldı. Bu resmi ziyaret sırasında Türkiye ile İsrail arasında terörle mücadele ve istihbarat alanında iş birliği anlaşması imzalandı. Türkiye, artık İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın Filistinlilere karşı uyguladığı mücadele yöntemlerini öğrenecek ve bunları PKK’ya karşı uygulayacaktı. Kısa bir süre sonra Ankara, Gölbaşı ve Antalya’da eğitim çalışmaları başladı.
TBMM Tutanak Dergisi’nin Aralık 1994 sayısına göre; o günlerde Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, Çiller sayesinde PKK’yla 10 yıldır sürdürülen mücadelenin bir dönüm noktasına geldiğini açıkladı. 1994 sonundan itibaren 1996 sonuna kadar, çeşitli gazetelerde “İsrail tipi” mücadele haberleri manşetleri süslemeye başladı. O ziyaret sırasında Çiller’in yanında MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, yardımcısı Mehmet Eymür ve Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar da bulunuyordu. Görüşmelerin merkezi teması, terörle mücadele ve istihbarat iş birliği imkanlarını araştırmaktı.
Normalde güvenlik birimleri arasında konuşulacak bu konulara Başbakan’ın müdahil olması garipti. Üstelik gariplik burada da kalmadı. Çiller, bir ara MİT yetkililerine dönüp “Bizi yalnız bırakabilir misiniz?” diyerek Köksal ve Eymür’ü toplantıdan çıkardı ve Mossad ile baş başa görüşmeye devam etti.
O dönemde Özel Harekât Dairesi’nin başında olan İbrahim Şahin’in raporları, İsrail’den acilen talep edilen malzemeleri detaylandırıyordu.
Kasım 1994’te Türkiye’ye ulaşan koliler, yalnızca tüfek, pompalı silah ve nişancı ekipmanlarından ibaret değildi: 280 adet Uzi otomatik tabanca, 20 adet 7,62 mm Galli tüfek, 100 adet susturucu, ışıklı cam kırma aleti, alev makinesi, mengene, kapı kırma tokmağı, ses ve sis bombası, dinamit, çene açma aleti, keskin nişancı elbisesi, iniş kayma takımı, dağcılık ipi, tel kesme makası, köpek kovucu ve komando bıçağı da koliler arasındaydı. 18 Kasım 1996 tarihli gazete haberlerine göre; Antalya Bey Dağları’nda yapılan eğitimler, İsrailli uzmanların gözetiminde yürütüldü. Planlanan operasyon, Suriye’deki Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıydı; ancak seçim öncesi hedef gerçekleşmedi.
FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLER VE PROVOKASYONLAR
1990’ların Türkiye’si, derin devletin gölgesinde yaşanan faili meçhul cinayetler, gizemli kayıplar ve şaibeli provokasyonlarla sarsılıyordu. Gazeteler aynı anda kundaklanıyor, sivil halk hedef alınıyor, polis ve istihbaratın sınırları belirsizleşiyordu. Gözaltına alınan kişiler bir daha bulunamıyor, sokaklarda patlayan bombalar ve silah sesleri toplumsal gerilimi tırmandırıyordu.
Bu karmaşa, yalnızca iç güvenlik meseleleriyle sınırlı kalmıyor; uluslararası ilişkilerdeki hassas dengeler ve stratejik hamleler üzerinde de sessiz bir gölge bırakıyordu. İsrail’le yürütülen gizli iş birlikleri, askeri eğitimler ve operasyon hazırlıkları, kültürel ve stratejik mirasların yönetimiyle birleşerek dönemin karanlık arka planını daha da görünür kılıyordu.
Netanyahu’nun Kudüs’teki konuşmasında Mesut Yılmaz’a gönderme yapması, o dönemin Türkiye’sini hatırlatarak, bugün hâlâ sessiz ve üzeri örtülü bir tehdit unsuru olarak algılanabilecek bu stratejik dengeleri gözler önüne seriyor. Tüm bu olaylar, 1990’ların Türkiye’sinde sırların, tehditlerin ve siyasetin birbirine ne kadar sıkı bağlı olduğunu gösteren sessiz ama çarpıcı bir tablo oluşturuyor.

MESUT YILMAZ, ERDOĞAN VE SİLOAM KİTABESİ
Netanyahu’nun Mesut Yılmaz’a atıfı, o dönemin Türkiye’sindeki siyasi hassasiyetleri de gözler önüne seriyor. 1998’de Yılmaz’ın Siloam talebine “hayır” demesi, İstanbul’daki seçmen kitlesi, artan İslami kitle ve o yıllarda hükümetler arasındaki kırılgan dengelerle doğrudan ilişkiliydi.
Söz konusu kitabe sadece bir arkeolojik eser olmanın ötesinde, Türkiye’nin masadaki stratejik hamlelerinden biri olarak görülüyordu. Kültür Bakanlığı ve MİT, kitabenin korunmasına özel önem atfetmişti; kitabenin depoda sağlıklı şekilde saklanması ise uluslararası ilişkiler açısından bir güvence olarak değerlendiriliyordu.

Öte yandan kitabe, arkeoloji dünyası için yalnızca 2.700 yıllık bir taş olarak görülmüyor. İsrail için ulusal kimlik ve tarihsel meşruiyetin simgesi, Türkiye içinse geçmişten bugüne taşınan stratejik bir miras. Kudüs’ün kadim taşlarından yükselen altı satırlık yazı, 90’ların Türkiye’sinden bugüne uzanan bir hafıza taşı gibi hem tarihin gölgesini hem de siyasetin en sert gerçeklerini üzerinde taşıyor.
DİYARBAKIR'DAN ARKEOLOJİ MÜZESİ'NE
Dahası, Siloam Kitabesi, Kudüs’te Yahuda Kralı Hezekiya döneminde inşa edilen Siloam Tüneli’ne ait 2700 yıllık bir taş tablet. Tablet, tünelin nasıl inşa edildiğini ve işçilerin birbirine nasıl koordineli şekilde çalıştığını anlatıyor. Kitabede, tünelin iki ucundan kazı yapan işçilerin ortada buluştuğu, suyun kaynaktan havuza doğru 1200 arşın aktığı ve taş işçilerin başının üzerinde 100 arşınlık bir yükseklik olduğu kaydediliyor.
İsrail’in bu kitabeye bu kadar önem vermesinin nedeni net: “Bakın, 2.700 yıl önce buradaydık, burası bizim topraklarımız” iddiasını somut bir delille desteklemek. 1998’de dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’dan kitabenin kendilerine verilmesini isteyen Binyamin Netanyahu, Yılmaz’ın talebi reddettiğini ve bu kararda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tabanının etkili olduğunu ileri sürdü.
Tablet bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde korunuyor ve sergileniyor. Tabletin fotoğrafları ve tercümesi internette mevcut; dolayısıyla fiziksel olarak eserin elinde tutulması, İsrail’in taleplerini durdurmaya tek başına yetmiyor. Bu sebeple, kitabenin arkasında şekillenen diplomasi ve istihbarat ilişkileri oldukça önemli.
90’lı yıllar Türkiyesinde Susurluk skandalının gölgesinde yaşanan faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, devletin bazı kurumlarıyla bağlantılı provokasyonlar ve Ergenekon iddiaları, bu taşın önemini farklı bir boyuta taşıyor. İsrail’in Türkiye’deki istihbarat faaliyetleri, Özel Harekât timlerinin Antalya ve Gölbaşı’nda Mossad gözetiminde yürüttüğü eğitimler ve operasyon hazırlıkları, taşın stratejik değerini somut bir zemine oturtuyor.
YENİ BİR TEHDİT Mİ?
Netanyahu’nun Mesut Yılmaz’a yaptığı atıf, sadece bir kitabenin talebine verilen cevapla sınırlı değil; Türkiye’nin o dönemdeki kırılgan siyasi dengelerine, hükümetler arası hesaplaşmalara ve İstanbul’daki seçmen tabanının etkisine işaret ediyor. Yılmaz’ın “hayır” demesi, sadece bir Başbakan kararının ötesinde, Türkiye’nin masadaki stratejik hamlelerinin, uluslararası diplomasi ile iç politikadaki hassas dengelerin bir kesişim noktasını yansıtıyor.
Siloam Kitabesi, bugün hâlâ bir diplomasi ve jeopolitik merkezi. Türkiye’nin geçmişte verdiği sessiz ama kritik kararlar, İsrail’in talepleri ve Ankara’nın bu taleplere karşı aldığı pozisyonlar, Susurluk ve Ergenekon’un gölgesinde daha anlamlı bir tablo çiziyor. Kitabe, bir yandan Kudüs’ün kadim tarihini fısıldarken, diğer yandan 1990’ların Türkiye’sinde yaşanan derin devlet operasyonlarını, faili meçhul cinayetleri, istihbarat iş birliklerini ve siyasi gerilimleri sessizce belgeleyen bir tanık gibi duruyor.
Kısacası Siloam Kitabesi, sadece taşın üzerinde kazılı altı satır değil; Türkiye’nin stratejik hafızasını ve jeopolitik oyunların görünmeyen yüzünü temsil eden bir sembol. Her bakışta, her yorumda, tarihin ve siyasetin birbirine nasıl örüldüğünü hatırlatıyor. Bu taş hem geçmişin sessiz bir kaydı hem de bugün ve yarın için diplomatik bir pusula; Susurluk’un karanlık sokaklarından, Ergenekon’un derin dosyalarına, İsrail-Türkiye istihbarat iş birliklerinden günümüz politik hesaplarına uzanan bir hafıza taşı. Ve belki de bu taşın üzerindeki altı satır, tarihin ve siyasetin gölgesinde hâlâ yazılmayı bekleyen sayısız hikâyeyi anlatıyor.