İLK MEDRESELER VE TEDRÎS (EĞİTİM) SİSTEMİ -I- İlimde tahrifler ve medreseler

A -
A +
İslâm âleminde ilk medreselerin “Beytü’l- Hikme”ler olduğunu söyleyenler vardır. Bu medreselerin başına ilk getirilen de Arapça ve Süryanice eserler veren Yahyâ b. Mâsiveyh’tir. Beytü’l-Hikmeler Abbasîler döneminde Halife Memun tarafından 832’de Bağdat’ta kuruldu.   İmam Muhammed Gazali “Tehâfütü’l-felâsife” ve “El-Munkızu mine’d-dalâl” adlı eserleriyle felsefeyi ferdî vesveselerle inkâr yerine, geliştirdiği aklî ve naklî delillerle nakzetmiş ve bu konuda asla müsamahalı davranmamıştır.     Tedrîs denen sistem, özelde ferdî, genelde şahısların katılımıyla yapılan bir faaliyettir. Ferdî dersler çok özel kişiler için olup, “rahle-i tedrîs” dediğimiz bire bir eğitimdir. Osmanlıda şehzadeler bu yolla en meşhur âlimlerin dizi dibinde eğitilmişlerdir. Bire bir eğitimde murâkabe (gözetme) ve takip daha tesirli olduğu için, bu yolla çok büyük devlet ve ilim adamları yetişmiştir. Katılımcı eğitimde takip daha zor, fakat kişi mesuliyeti daha fazladır. Medrese tedrîs sisteminde talebe, şahsî hücrelerinde branşlarına göre sıkı takip altında ders görürdü. Büyük devletler kendilerine ait kültürlerine dayalı bir medeniyet geliştirmişlerdir. Askerî zaferler, fetihler, devlet kurup devlet yıkmalarla büyük devlet olunamaz. Tarihin kaydettiği kıtalar fetheden, istilacı, emperyalist bir sürü devlet yok olup gitmiş ve tarih bunları “barbar” diye nitelemiştir. Bugünkü Batı Medeniyeti; Sokrat, Eflâtun ve Aristo felsefî doktrinlerinin içinden imbikten süzerek feodal kapitalist sisteme endeksli olarak ya nihilist, ya pozitivist veya Marksist olmuş ama gerçek anlamda asla medeni olamamıştır. Tahkir ettikleri Vandallardan, Vikinglerden ve diğer barbar kavimlerden çok daha zalim, çağdaş gaddarlardır. SEA  (Sokrat, Eflâtun, Aristo) ekolünden eğer müspet yönde yani, insani tefekkür sisteminden biraz istifade etselerdi, belki biraz medenî olabilirlerdi. Babürîler, Selçûkîler ve Osmanlılar Latin ve Yunan felsefesini derinlemesine incelemişler ve hatta bazı müspet yönlerinden faydalanmışlardır. Felsefenin yorumunda İslâmiyet’e taalluk eden batıl fikirleri cımbızla ayıklamışlar ve bu bozuk akideleri şiddetle reddetmişlerdir. Bu fikirleri reddederken son derece ikna edici delillerle asla mugalataya (yanıltıcı söz söyleme, ağız kalabalığı) sapmamışlar ve hep ilmî zeminde kalmışlardır Ön-Asya ve Mezopotamya kültürlerinde Aristo tesiri çok net görülür. Atina’da Eflâtun, Academia denen yüksek eğitim sistemini ihdas ederken, Aristo da Liceum’u (lise) tedrisatını başlattı. Bu zamanlarda ayrıca, Stoacı Zenon’un faaliyetleri ve Sofist ekolün tesiriyle matematik, tarih, coğrafya ve devrin önemli alanı hitabet ve tıp dersleri önem kazanmıştır. Sasani devri Îran’ında da Kral Erdeşir; Mezopotamya, Îran ve Hindistan’a göndererek yetiştirdiği elemanlarıyla, yüksek ve kaliteli eğitim yaptırmaya gayret etmiştir. Fakat bu kaliteli eğitim herkese açık değildi. İmtiyaz sahibi Magiler bu derslere katılabiliyorlardı. (Magiler, Matta İncili’ne göre Îsâ aleyhisselâm doğduğunda, onu ziyaret eden üç İranlıdır ve bu yüzden bu ziyaretten beri İranlılar Hristiyanlık hakkında bilgi sahibi oldular. (Ulaş Töre Sivrioğlu, Sâsânî Döneminde Îran, Mezopotamya ve Kafkasya’da Hristiyanlık ve Hristiyanlar, Akademi Târih ve Düşünce Dergisi 2016, 3 (10) s.7) Mobedanlar sosyal sıralamasında 3. sırada olup seçkin ruhban sınıfıydılar. Azerbaycan tarafında yaşarlar ateşe ve yıldızlara taparlardı. Bunlar imtiyazlı İran sınıfından olup eğitimden yaralanırlardı. (Şehriyâr Bahâdorî, İÜSBE Doktora Tezi, İran’da İslâmiyet’in Doğuşunda Arap Egemenliğinin Sonuna Kadar Halk Hareketleri, İstanbul, s.10 )   İSLÂM ÂLEMİNDE İLK MEDRESELER   İslâm âleminde ise ilk medreselerin “Beytü’l- Hikme”ler olduğunu söyleyenler vardır. Bu medreselerin başına ilk getirilen de Arapça ve Süryanice eserler veren Yahyâ b. Mâsiveyh’tir. Beytü’l-Hikmeler Abbasîler döneminde Halife Memun tarafından 832’de Bağdat’ta kuruldu. Beytü’l-Hikmelerde Arap, Yahûdî ve Hristiyan âlimleri beraber çalışıyorlardı. Bu medreselerde Sokrat, Eflâtun, Aristo, Pisagor, Hipokrat, Öklid, Galen gibi filozoflar ile Greko-Lâtin (Yunan-Lâtin) düşünce ürünleri ve İslâm dışı kültür verileri Arapçaya çevriliyordu. Abbâsîlerin 7, 8 ve 9. halifeleri yani Memûn, Mutasım ve Vasık Mûtezile inancında oldukları için, Beytü’l-Hikmelere özel bir önem atfettiler. Beytü’l-Hikmeler 1258’de Hülâgu tarafından tahrip edilmiştir. Farabi ve İbni Sina Kazakistan ve Özbekistan taraflarından olmalarına rağmen bilhassa Fârâbî, rıhle denen hac veya ilim tahsili için Bağdat taraflarına geldi. Etkileri 500 yıl devam eden Beytü’l-Hikme teorilerinin de tesiri altında kalan bu iki filozof, o devrin icabıyla felsefeye çok önem verdiler. Farabi’nin kendi verdiği bilgiye göre hocası Yuhanna b. Haylan adlı bir Hristiyan bilim adamıydı. Bu hocasından Bağdat’ta Aristo mantığı üzerine dersler aldı. İbni Sina’nın babası Abdullah, saygın bir bilim adamıydı. Samanilerin önemli şehri Belh’ten gelmiş olan Abdullah,  rivayetlere göre aslen Şiî-İsmâilî mezhebindendi. İbni Sina 10 yaşında hafız oldu ve Hanefî fıkıh âlimlerinden dersler aldı. Fakat devrinde Yunan, Hint ve Fars felsefelerine ait eserlerinin etkisi altında temel İslâm akaidine ters düşen fikirlere kapıldı. Eldeki makalelerinin 150 tanesi felsefeye kırkı ise tıbba aittir. Hem Farabi hem de  İbni Sina bir din âlimi değildirler. Kendileri felsefeyle uğraşan bir tıp ve astronomi bilim adamlarıdır. İslâmî tezleri Ehl-i Sünnet inancına çok yerde ters düşmüş, özellikle de sıfât-ı ilâhiyyede çok büyük hatalar yapmışlardır.   DÖRT TAHRİP, DÖRT TAMİR   Dört devre Ehl-i sünnet itikadı için tahrip ve tamir dönemidir. Birinci tahrip dönemi Müseylemetü’l-kezzâb hareketidir. Müseyleme, Kur’ân-ı kerîmi yalanladığı, ona benzer şiirler yazmaya çalıştığı ve kendisini de peygamber ilân ettiği için kendisine “kezzâb” (yalancı) dendi. Hazreti Ebûbekir, Hâlid bin Velid komutasında bir orduyu Kezzâb’ın üzerine gönderdi. Hazret-i Vahşî bin Harb, Hazret-i Hamza’yı şehîd ettiği mızrağıyla Müseyleme’yi öldürdü. (Taberî, 3, 162; Sîre, Taberî, 3, 162Ü; Tabakât, 4, 551, Taberî 3, 254) Hazret-i Ebubekri’s- sıddîk (radıyallâhü anh) birinci bin yılın müceddididir. İkinci tahrip dönemi felsefenin tahribat dönemi olan 10-11. asırdır. Farabi ve İbni Sina’nın müspet ilimlerdeki nazariyeleri takdire şayandır ama dinî dalâletleri sebebiyle başta İmam Muhammed Gazâlî hazretleri olmak üzere nice İslâm âlimleri özellikle filozoflarla aynı paralelde oldukları, tekvîn, kıdem, nefs, ruh ve akıl gibi İslâm’a ters düşen teorilerine kesin tavır koymuşlardır. Özellikle bu alanda en mühim İslâmî ilim dalları arasında olan kelâm, felsefenin bir antitezi değil, bağımsız bir ilimdir. Bu bilim dalı, derin bir tefekkürle, Allahü tealanın zatından ve sıfatlarından, nübüvvet bahislerinden, evvel ve ahiriyle kâinatın hâllerinden, İslâmî esaslar dâhilinde bahseden bir ilimdir. Kelâm ilmi, kesin deliler getirmek ve muhalif fikirleri çürütmek suretiyle, dinî inançları kanıtlamak gücü kazandırır. Aslında iman gaybîdir ve aklî delillere ihtiyaç duymaz. Aklın mertebeleri çok çeşitli olduğu için akl-ı sakîm ve âkl-ı meaşa bu delilleri sunmakla iknâ etmek mümkün değildir. Akl-ı selîm ise îmânî konularda zâten delîl istemez. Peki, kelâm ilmi aklî delilleri neden kullandı? Ta’lîmde havâssın (seçkinlerin) aklı, avama göre çok farklı ve üstündür. İslâm, muakaleyi  (akıl yürütme) emretmiş, adaleti ve mükellefiyeti de akla dayamıştır. Özellikle Sofizm denen felsefî akımda “Hakikat varsa bu kadar çeşitli değildir, ya da hakikat diye bir şey yoktur. Ancak insanın kabul edebileceği bir hakikat vardır; bunun dışında üniversal bir hakikatten bahsedilemez” tezi ileri sürülmüştü. Bu fikirlerin sahibi Protogoras (MÖ 481-420), ilâhları da reddettiği için idama mahkûm edilmiştir. Protogoras, bu düşünceleriyle henüz bir meslek hâline gelmemiş olan “Septisizm”in de  (şüphecilik) ilk savunucusu durumundadır. (Lutfi Öztabağ, Felsefe Dersleri III, Remzi Kitabevi, 1965 s.45-46) Âlem-i hakîkat  (âhıret âlemi) varken ve felsefe bunları reddederken, kelâm ilmi, bu tezlere nakzedici deliller sürmek ihtiyacını hissetmiştir. Başlangıçta felsefe için “bilginin alanına giren her şey” söyleyişi geçerli idi. İmam-ı Gazali hazretleri de felsefeyi derinlemesine inceleyip ve mantık bilimini İslâmî ilimler alanına alınca, bütün ilimler İslâm çerçevesinde “kelâm”ın konusu içine girdi. Bu durumda “bilginin alanına giren her şey “mâlûm” diye belirlenmiş bu dönemden sonra kullanılan bütün ilimler mantıkla irtibatlı olup hükümlerde bu konuya dikkat edilmiştir.  (Tehânevî I. 3031;Taşköprüzâde II. 597-598.) Kelâm ilminden evvel itikadi konularda ilme verilen isimler şunlardı: El fıkhu’l- ekber, akâid, ilm-i tevhîd ve’s-sıfât, usûlü’d-dîn, nazar ve istidlâl ilmi... Sünnî itikad mezhebi imamlarından Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, kelâm ilminin kurucularından sayılır. Kendisi akıl ve nakli beraber kullanmıştır. Ebû Mûsâ el Eş’arî’nin soyundan olup üvey babası Mutezile âlimlerinden Cübbâî’dir. İmam Muhammed Gazali “Tehâfütü’l-felâsife” ve “El-Munkızu mine’d-dalâl” adlı eserleriyle felsefeyi ferdî vesveselerle inkâr yerine, geliştirdiği aklî ve naklî delillerle nakzetmiş ve bu konuda asla müsamahalı davranmamıştır. İmam-ı Gazali, felsefenin yanında Mutezile ve Bâtıniyye ile de uğraşmıştır. İ’tizâl, Hasen-i Basrî hazretlerinin dersini terk eden Vâsıl b. Atâ  (ö, 110 / 728) ile başlamıştır. Hasen-i Basrî hazretlerinin Vâsıl bin Atâ’ya  “i’tezele annâ” (Bizden ayrıldı) ifadesiyle ortaya çıkmıştır. Bazıları kelâm ilminin Mutezile ile ortaya çıktığını söylerse de doğru değildir. Mutezile kendi tezini savunan önemli âlimler de yetiştirmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır; Tefsirci Ebu’l-Huzayl bin Allâf, Nazzâm, Câhiz, Cübbâî, Zemahşerî gibi. Ehl-i sünnet âlimleri özellikle Zemahşerî’nin Keşşâf’ının belâgat sahasındaki üstünlüğünü kabul ederler ama yine de ona mesafeli yaklaşırlar. Mutezile’nin egemenliği 4. asrın başında yetişen El-Eş’arî hazretlerine kadar etkili devam etti. Onun mahalli Basra ve Bağdat olurken, Maveraünnehir’de İmam Matüridi  (ö. 333/ 944 ) hazretleri tarafından ikinci Sünnî kelâm okulu kuruldu. İmam-ı  Gazali ile Müteahhırin  (ikinci, sonraki) âlimleri, kelâm ilmi vasıtasıyla felsefeye tam bir cephe oluşturdular. Üçüncü tahrip dönemi Ekber Şah ile başlar. Sind’de  (949 / 1542 ) de doğan Ekber Şah 1595-1601 yılları arasında Hindistan’ı tek bir merkez altında topladı. Ekber Şah; İslâmiyet, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm gibi çeşitli din veya inanışları birleştirerek bir “Dîn-i ilâhî” tesis etmeye çalıştı. “Allahü Ekber” yerine hâşâ “Ekber tanrıdır” sözünü benimsetti. Bugünlerde sapık bir akım olan “dinde diyalog” fikrinin ilk kurucusu Ekber Şah’tır. Bir rivâyete göre dizanteriye yakalanıp ölmeden evvel tevbe ettiği ve İslâmî kurallar uygun şekilde defnedildiği söylenir.  Zamanın sultanı Selim Cihangir Han’ın devlet adamları, büyük veziri ve baş müftîsi ve etrafındakiler Şiî idiler. Oranın Şiî halkı İmam-ı Rabbani hazretlerini Rafızilere karşı mücadelesinden dolayı onu sultana şikâyet ettiler. Mübarek İmam, hapislere düşmesine rağmen Ehl-i sünnet itikadını bu güç zamanda ayakta tutarak, bu ümmeti azim bir belaya karşı korudu. Kelam ilminde müctehid olan bu mübarek zat sayesinde Müslümanların zayıf düştüğü bir zamanda, yüz binlerce kâfir, Müslüman oldu. Kendisi de ikinci binin müceddididir.  Dördüncü tahrip dönemi ise reformist din adamı kisvesindeki din tahripçileri eliyle başlatılan “tecdîd” hareketi olup “Kur’ân İslâmı” adıyla aklın esas alındığı nakillerin ve Ehâdis-i Nebeviyyenin yok sayıldığı veya hafife alındığı dönemdir. Osmanlı mülkü üzerinde Reşid Rıza’nın, Cemaleddin Efgani’nin, Muhammed Abduh’un, tâ İbni Teymiyye dönemine kadar uzanan Sünnî akaide ters düşen fikirleri ile mücadele, devlet eliyle II. Abdülhmid Han tarafından başlatılmış, birçok ulemanın maalesef tesirinde kaldığı bu bozuk itikada ilmî delillerle cevap veren, Ezher hocalarından ve Abdülhamîd Han’ın kitapçılığını yapan 27. Osmanlı Şeyhülislâmı Mustafa Sabrî Efendi olmuştur. Mustafa Sabri Efendi, Sünnî itikadın El Ezher’deki tahripçisi Muhammed Abduh’un ve benzeri ulemanın batıl fikirlerini çürütmüştür. Sonra dört hak mezhebin müctehidi ve beş hak tarikatın mürşidi, kâmil-ü mükemmil Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsi hazretleri, manevî feyiz ve bereketiyle, dördüncü dönem tahrip hareketinin karşısına kale gibi dikilmiş ve en kritik dönemde Ehl-i Sünnet’e ışık olmuştur. Tekrar görüşebilmek ümidiyle…  
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.