Çin’in dinî özgürlüklerle derdi nedir?

A -
A +
Çin çok dinli ve çok inançlı bir ülkedir. Taoizm, Budizm, İslam, Protestanlık ve Katoliklik bunların birkaçıdır. Çin, tarihi boyunca kültürel olarak hep çeşitli ve farklı olmuştur. Çin’in dinlere karşı tutumu aslında Çin komünist partisinin kurulmasıyla başlar. Çin Komünist Partisi 1 Temmuz 1921 tarihinde Şanghay’da kuruldu. Mao’nun 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etmesi ile de, Komünist Parti devletin karar ve yürütme mekanizması hâline geldi. Böylece Çin tarihinde dinler için sorunlu bir dönem de başlamış oldu. Bu dönem yer yer inişli çıkışlı politikalara sahne olduysa da, Çin’de dinî özgürlüklerin kısıtlanması süreci 2010’dan itibaren daha fazla hissedilmeye başlandı. Bu her ne kadar Uygur Türkleri ile ilişkilendirilse ve Çin tarafından bir terör sorunu olarak savunulsa da doğru gözükmemektedir. Çünkü Çin’de din ve inançlara karşı giderek artan baskılar yalnızca Uygurlara dönük değildir. Çin’de Hıristiyanlar da baskı görmektedir, Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama uzun süredir sürgündedir. Yine Çin tarihinde ve kültüründe derin izler bırakmış olan Çinli Müslümanlar (Huiler) de bu baskıdan nasibini almaktadır. Çin’in yerel topraklarına yabancı olduğunu düşündüğü inanç ve dinlere karşı uyguladığı baskıların Çin Komünist Partisi’nin tutumundan kaynaklandığını düşünüyorum. ÇKP üst yönetimi Çin’in hızlı değişimi ile birlikte yaşadığı kültürel erozyonu durdurmak için dinlere karşı totaliter bir baskıyı uyguluyor. Çünkü Çin’de 2010’dan itibaren başlayan ateizmden güçlü bir kopuş var. Çin dünyaya açıldıkça hem yerel dinlere hem de Hristiyanlık ve İslam gibi kitabi dinlere karşı bir akış ortaya çıkmaya başladı. Böylece Çin Komünist Partisi bu değişimi kendi varoluşu için bir tehdit olarak görüyor olabilir. Dünyada olduğu gibi Çin’de bireysel dindarlık ve maneviyat arayışı devam ediyor. Çin’in materyalist kapitalist üretim tarzı bu arayışı karşılayamıyor. Ve tabii burada da en tehlikeli olanı İslam kabul ediliyor. Baskının son zamanlarda Hui Müslümanlara kaymasıyla birlikte, bunun gerekçesini de daha rahat anlamaya başlıyoruz. Huiler etnik olarak Çinliler, Han ulusuna ait olan Çinli Müslümanları ifade eden bir terimdir. Huiler Çin’de İslam’ın en üst seviyede temsil edildiği kültürü, İslami ilimlerin öğretildiği yüksek eğitim kurumlarını inşa etmişler. Hui Müslümanlığı ve tarihte oynadığı rol maalesef Türkiye’de çok fazla bilinmemektedir. Bu rolü anladığınızda Çin Komünist Partisinin aslında Selefiliği değil ama Sünni-Sufi-Hanefiliği temsil eden Hui Müslümanlığından neden rahatsız olduğunu anlayabiliyorsunuz. Çin’e İslam çok erken tarihlerde girmiş olsa da Yuan hanedanlığında (1279-1368) Müslümanların statüsünün yükselmesi Çinlilerin İslam’la tanışmasını kolaylaştırdı ve Çin'e yeni bir göçmen dalgası getirdi. 17. Yüzyıla gelindiğinde Ming hanedanlığındaki önemli ticari merkez sayılan ve başkent olan Nanjing şehri Müslümanların merkezi oldu. Daha sonra da Yunnan ve bunu takiben de Jiangnan ve Shanxi şehirleri yüksek İslami ilimlerin etüt edildiği ve Çinli bir ulema sınıfının oluştuğu büyük kentler oldular. İslam tıpkı Irak’ın Bağdad’ı, Maveraünnehir’in Semerkant’ı gibi Çin’in bu gelişmiş şehirlerinde yüksek bürokrat ve elitlerin eliyle kökleşti ve serpildi.  Arapça ve Farsça İslami eserlerin Çinceye tercümesi 16. yüzyılda başladı ve 19. yüzyıla kadar devam etti. Bu birkaç yüzyıllık ilmî faaliyetler, Çin’de İslam’ın tasavvufi, kelami ve fıkhi olarak geliştirildiği temelleri attı. İlk aşamada Nanjing'de Wang Daiyu (c. 1580 - c. 1660), Ma Zhu (c. 1640- c. 1711) ve Liu Zhi gibi büyük İslam âlimleri tarafından temsil edilirken, ikinci aşama Ma Dexin (1794-1874) Yunnan'da Qixi (1857-1914) tarafından temsil edildi. Şehirlerde âdeta Azamiyye, Nizamiyye, Karatay medreselerinin benzerleri kuruldu. Çin medrese eğitim sisteminin gelişmesiyle birlikte klasik 13 ders kitabı (14 olduğunu söyleyen de vardır) ortaya çıkmış. Bu kitaplar alet ilimleri ve temel bilgileri içerecek şekilde hazırlanmıştır. Alet ilimleri Arapça ve Farsça dilbilgisi, belagat ve mantık ilmini kapsamaktadır. Temel ilimler ise tevhit, tefsir, hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf olarak sınıflandırılabilir. Hadis, Fıkıh, Tefsir, Kelam ilmine ait eserler okutuldu, yeniden yorumlandı ve en önemlisi Çinceye aktarıldı. Hui Müslüman âlimler Çin’de Çince konuşmanın önemini kavrayarak Arapça öğrendiler ama eserlerini Arapça yazmadılar. Hem İslami eserleri, Kur’ân-ı Kerim’i Çinceye çevirdiler hem de kendi özgün İslami eserlerini Çince yazdılar. Maveraünnehir ulemasından Aziz Nesefi’nin Maksad-i Aksȃ adlı eseri; Kübrevîlik Tarikatının önemli şahsiyetlerinden birisi olan Necmettin er-Razi’nin Sivas’ta tamamladığı Mirsȃdü'l-İbȃd’ı ilk ele alınan kaynakların başında geldi. Tabii buna özellikle Abdurrahman Cȃmî’nin Eşiʿatü’l-Lemaʿât’ını da eklemek gerekiyor. Şerḥ-i Lemaʿât olarak da anılan bu kitap, Fahreddîn-i Irâkī’nin Lemaʿât adlı eserinin şerhidir… Görülüyor ki Hui Müslümanların İslam ile temasında en önemli damar Nakşibendi yolundan Kübrevilik ve daha sonra da İbn Arabi’nin yolu olmuştur. Dolayısıyla tasavvuf özellikle Çin’in resmî inancı olan ''Yeni Konfüçyüsçülük'' ile çatışmadan, kültürel bir gerilim yaşamadan kabulüne zemin hazırlamış. Gerçekten de Wang Daiyu ve Liu Zhi’nin eserlerine bakıldığında Necmettin er-Razi’nin eserini âdeta ''Yeni Konfüçyüsçülük''le yeniden yorumladığı ve yerel bir kimlikle ifade ettiğini görürüz. Çin toplumu İslam hakkında çok az şey biliyordu ve inanç olarak da bir tanrıya inanmıyorlardı. İslam’ın yoktan yaratan ve her şeye kadir bir İlahını anlatmayı ancak onların bildikleri ''Yeni Konfüçyüsçülük''le anlatabilirlerdi ve öyle de yaptılar. Çinli akademisyen Ma Mingliang’ın dediği gibi: “Nasıl ki bir tohumun farklı ülkelerde ve iklim şartlarında verdiği meyve farklılık arz etmekte ise ve o bölgenin toprağının özlerini alarak rengini, kokusunu ve tadını alıyorsa, İslamiyet de aynen bunun gibi dünyanın dört bir yanına yayıldıktan sonra bulunduğu ülkelerin, toprakların kültürleriyle birlikte yaşamaya devam etmiştir.” Hui Müslüman âlimlerin diğer önemli bir özelliği de mezhep olarak Hanefiliği seçmeleridir. Evet yanlış duymadınız bu yüksek şehirli kültür havzalarında özellikle uygulama ve amelde hangi mezhebi tercih etmeleri gerektiği de sorgulanmış. Şȃfiî kaynaklara hâkimler, özellikle Beydȃvî’nin Tefisirini okuduklarını biliyoruz. Ama Fıkıh ilminde doğrudan Hanefi mezhebine yönelip özellikle de Hanefi kaynakları medrese eğitimine esas almaları gerçekten oldukça ilginç. Hanefî fıkhının en tanınmış ve muteber metinlerinden biri Merğinânî’nin el-Hidâye’sini ve İslam coğrafyasında ve özellikle Osmanlı Devleti’nde asırlarca müderris, müftü ve kadıların Hanefî literatüründe müracaat ettikleri Vikâye adlı eserin şerhini ve muhtasarını esas almışlardır. Henüz daha Hui Müslüman havza ile Osmanlı havzası arasındaki bağları bilmiyoruz. Ama Osmanlı coğrafyasında yazılan ve Osmanlı ilim havzalarında okutulan aynı eserlerin izlerini takip etmeleri bir irtibatın olduğunu gösteriyor. Vikâye’nin hangi şerhini okuttuklarını maalesef bulamadım doğrusu Sadruşşerîa es-Sȃnî çıkarsa şaşmayacağımı belirtmeliyim. Liu Zhi'’ye ait olduğu ifade edilen “İlmî liderimiz Ebu Hanife'dir. En büyük bilgelik yolu olan ‘Dao'nun doğru yolunu bize ulaştıran ve bir saygı ifadesi olan A'zam onun unvanıdır” cümlesi bu mezhebi tercihini açıkça ifade eder. Aslında bu ifade de aynı zamanda Ebu Hanife’nin neden önemsendiği de satır aralarında verilmiştir. “Dao” yani aslı bozulmamış, ilkin doğru ve güvenilir bir silsile ile bugüne aktarılmasıdır. Kısacası, Allah’ın vahyini gelecek nesillere aktaran Hazreti Peygamber’dir. Ona en yakın kök ise Ebu Hanife hazretleridir. Bu kök fikri, Çin inancında çok önemlidir. Bir diğer tartışmada Hanefiliğin kamu otoritesinin gücünü ve kanun koyma yetkisini tanımasıdır. Çinli Müslümanlar inançlarına aykırı olmadıkça yaşadıkları Hanedanlıkla bir iktidar kavgası yaşamak istememişlerdir. Hanefiliğin buna imkân verdiğini düşünmektedirler. Ayrıca Hanefiliğin örfi uygulamaları Hukukun bir kaynağı olarak kabul etmesi hatta örfi kabul etmeleri Hanefiliğin seçilmesindeki diğer önemli bir etken olmuştur. Hanefiliğin, İslami hukuk normlarının Müslüman bir devletin yetki alanının ötesinde uygulanmasına ilişkin nispeten esnek bir duruşa sahip olduğunu düşündüler. Hanefi okulunun bu özelliğinden dolayı özellikle Çinli Müslümanlara daha çekici geldiği düşünülür. Doğrusu bu alan bizim için oldukça eksik ve kayıp bir resim olarak kalmıştır. Ama sonuçta Hui Müslümanlarının tecrübesi ve ürettikleri yüksek İslam kültürü, Müslümanların Çin topraklarında yüzyıllarca uyum içinde yaşadıklarını göstermektedir. 1949’da Çin’deki komünist devrimle birlikte bu uyum bir asimilasyon ve yok etme politikasına dönüştü. Çin ateizmi resmî ideoloji olarak belirleyerek tüm eğitim sisteminde inançları yok etmeye adadı. Çin içe kapalı, tek parti yönetiminde bir ülke olmasına rağmen istediği kültür devrimini bir türlü gerçekleştiremedi. 2000’li yıllarda Çin’in orta sınıfının doğuşuyla birlikte Çin küresel dünyanın gerçekleriyle tanıştı. Bugün bir milyona yakın Çinli yabancı ülkelerde eğitim almaktadır. Çin’in bu gerçeği görüp hem dünyaya açıldığı hem de kültürel çeşitliği tanıyacağını umarken, 2010’dan itibaren kültür devrimin kodlarını yeniden harekete geçirdi. Uygurlar uzun süredir bu dalganın en büyük mazlumları oldular. Nazi Kamplarını hatırlatan toplama kamplarına alındılar. Maalesef her geçen gün baskı ve şiddetin dozu artmaktadır. Camileri, kültürel mirası yok ettiler. Sonra sıra Hristiyanlara ve Hui Müslümanlara geldi. Dinle savaşlarını sadece Uygurlara değil herkese karşı uygulamaya başladılar. Oysa bilmeli ki yeni dünyada Çin, ABD ile rekabet etmek istiyorsa bunu Mao’nun Kültür Devrimine dönerek yapamaz. Çin’in en yumuşak karnı aslında dinî özgürlükler alanı gibi duruyor. Dışarıda bu kadar eğitimli gençleri olan Çin, maneviyat arayışını baskıyla durduramaz.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.